31 Mayıs 2007 Perşembe

Yüzüncü Ad

Kitabın Adı :Yüzüncü Ad
Kitabın Yazarı :Amın MAALOUF
Yayınevi ve Adresi Yapı Kredi Kültür Yayınları, İstanbulBasım Yılı 2000
KİTABIN ÖZETİ
Roman, Doğu’daki son Cenevizlilerden, antika tüccarı Baldassare Embriaco’nun kurtarıcı olarak kabul edilen eski bir kitabın izinden gittiği yıllarda tanıklık ettiği olayları anlatmaktadır.
Baldassare, Embriaco, Lübnan’ın Cübeyl kentinde yaşayan saygın bir antika tüccarıdır. Cenova’lı Embriaco ailesi, 1100 yılındaki Haçlı Seferleri sırasında Trablus kentinin işgali ile başlayarak Kuzey Afrika kıtasını ele geçiren ilk Haçlılar arasındadır ve Baldassare Embriaco’nun yaşadığı Cübeyl kenti beyliğini iki yüzyıl elinde tutmuş olan bir ailedir. Kendilerine tanınan süre tamamlanıp topraklarını müslümanlara bırakmaları gerektiğinde Cenova’ya geri dönen aile orada yabancılık hissedince tekrar Cübeyl’e dönerler ve eski beyliklerini topraklarından küçük bir bölümü üzerinde ticaretle uğraşmaya başlarlar. Baldassare, ailenin on sekizinci kuşaktan torunudur.
1665 yılı sonlarında ortaya çıkan dedikodulara göre, ertesi yıl İncil’de belirtilen Canavar’ın Yılı olacaktır. Dünyanın sonunun geleceğine inanılan 1666 yılında, dünyayı kurtarabilecek tek şey Allah’ın Kuran’da anılan doksan dokuz adının sıradan ölümlülere bildirilmemiş olan yüzüncüsüdür. Tanrı’nın bu en gizli ve en yüce adının, Ebu Mahir el-Mazandarani tarafından yazılmış olduğu söylenen kimselerin görmediği bir yazma kitapta açıklandığı dedikoduları ortalığı kasıp kavurmaktadır. Yaşanan panik ortamı içinde, adı geçen kitap yedi sekiz yıl önce Cübeyl’e sığınmış yaşlı ve yoksul bir Müslüman olan Hacı İdris tarafından Baldassare’a armağan edilir. Ancak, yaşlı adam kitabı Baldassare’a verdikten hemen sonra ölür. Baldassare ise kitabı okumaya fırsat bulamadan, İstanbul’a giderken alışveriş amacıyla Cübeyl’e uğrayan Fransa Sarayı görevlisi Şövalye Hugues de Marmontel’e çok yüksek bir fiyatla satmak zorunda kalır. Baldassare’ın kitabı satmaktan duyduğu pişmanlık cok bilge bir insan olan yeğeni Bume’nin ısrarlarıyla birleşince kitabın peşinden gitmeye karar verirler. Baldassare, yeğenleri Bume ve Habip ile katır ve erzaklarla uğraşacak olan adamı Hatem yola çıktıklarında, aralarına kendisini terk edip İstanbul’a gittiği söylenen kocasının ölüm fermanını bularak özgürlüğünü geri kazanmak çabası içinde olan genç ve güzel Marta da katılır.
Ekip Halep’e ulaştığında, olası tehlikelerden korunmak amacıyla İstanbul’a gidecek olan bir kervana katılır. Anadolu bozkırlarında iki ay süren çetin ve yorucu yolculuk esnasında, Konya’daki büyük veba salgınına tanık olduktan sonra nihayet İstanbul’a ulaşırlar. Hasta ve yorgun olan Baldassare hemen Şövalye Marmontel’i aramaya girişir. Ancak, Marmontel’in İstanbul’a ulaşamadan bir deniz kazasında öldüğünü öğrenir. Kitabın bir kopyasını bulabileceği umuduyla İstanbul’un sahaflarını dolaşmaya başladığında saray tarafından bu tür kitapların yasaklandığını ve kitapla yakalanacak olursa ağır cezalara çarptırılabileceğini öğrenir. Baldassare, kitabı kendisine armağan eden yaşlı İdris’in ardından Şövalye Marmontel’in de ölümü nedeniyle artık kitabın uğursuzluk getirdiğine inanmaktadır.
Bu arada Baldassare ile arasında duygusal bir yakınlık gelişen Marta da Osmanlı Sarayından kocasının ölüm fetvasını almaya çalışmaktadır. Bu işlemi yapacak olan memur Marta’yı sürekli oyalayarak ondan rüşvet sızdırır. Baldassare’ın yeğeni Bume Yüzüncü Ad kitabının bir kopyasının Eflaklı voyvoda Mircea’da olduğunu öğrenir ve hemen Baldassare ile adı geçen voyvodayı ziyaret ederler. Ancak, voyvodanın evinde çıkan yangından sorumlu tutulan Baldassare ile Bume kaçarak yeniçerilere sığınırlar ve yeniçeriler tarafından götürüldükleri eski bir yeniçeri ağası tarafından aldatılarak imzaladıkları senet İstanbul’dan kaçmalarına neden olur. Deniz yoluyla İzmir’e gelen Baldassare ve eşlikçileri, bu kentte kendini Mesih ilan eden Sabetay adında bir Yahudi’nin 1966 yılı Haziran ayının dünyanın sonu olacağını söyleyerek tüm Yahudileri inandırmasına ve Osmanlı Sultan’ından krallığı teslim almak üzere İstanbul’a gidişine tanık olurlar. Baldassare, İzmir’de tanıdığı Rahip Conen’den, aradığı kitabın, kendisine evini emanet ederek Londra’ya giden Cornelius Wheeler adlı İngiliz meslektaşı tarafından Şövalye Marmontel’in uğradığı kazadan kurtulanlardan birinden satın alınarak Londra’ya götürülmüş olabileceğini öğrenir. Bu arada kocasının Sakız adasında kaçakçılık yaptığını öğrenen Marta oraya gitmeye karar verir. Marta ile birlikte Sakız adasına giden Baldassare, nihayet bulabildikleri Marta’nın kocası tarafından oyuna getirilerek sınır dışı edilir.
Bu arada Canavar’ın Yılı olarak adlandırılan 1666 yılı da başlamıştır. Sakız adasından deniz yoluyla memleketi olan Cenova’ya giden Baldassare sonunda Yüzüncü Ad kitabını bulmak için Londra’ya gitmek üzere gemiyle yola çıkar. Bir süre Lizbon’da konaklayan geminin yolu Hollandalı bir topçu gemisi tarafından kesilir. Hollandalılar ve İngilizler arasında savaş çıkmıştır ve geminin yolcuları Amsterdam’a götürülerek iki hafta süreyle tutsak edildikten sonra Londra’ya gitmelerine izin verilir. Londra’ya varan Baldassare , kitabı Cornelius Wheeler’dan satın almış olan bir rahibin evinde bulur. Ancak, rahip de kitapta yazılı olanları öğrenmek istemektedir ve kitap Arapça yazıldığı için Baldassare’dan kitabı ona okumasını ister. Baldassare, daha sonra bir ücret ödemeden kitabı alıp gidebilecektir. Kitabı rahibe okumaya başlayan Baldassare, kitabı her açışında üzerine bir karanlığın çöktüğünü hisseder ve rahatsız olur. Sonunda kitabı almayı hak eden Baldassare, günlerce süren büyük Londra yangınına tanık olduktan sonra gemiyle Cenova’ya gider. Sakız’da bırakmak zorunda kaldığı Marta’yı almak için Sakız adasına giden Baldassare’ı reddeden Marta Sakız’da kocasıyla kalmayı tercih eder.
1666 yılının son günlerinde yeniden Cenova’ya dönen Baldassare, orada daha önceden kendisini konuk etmiş bir Cenevizli olan Gregorio’nun kızıyla evlenir. 1666 yılı sona ermiştir. Yüzüncü Ad’ı yanıbaşından ayırmayan Baldassare, bu kitabın izinde denizden ve karadan dünyayı dolaşmasının bilançosunu yapar ve sonuçta dolambaçlı bir yoldan kendi köklerinin bulunduğu yere geri dönmüş olduğunu görür.
Yüzüncü Ad 17. Yüzyıl dünyasında yaşanan olaylara ışık tutarken, o dönemde özellikle Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa’daki dinsel, siyasal ve toplumsal hayatı gözler önüne seren bir roman olması açısından tarih, toplum ve siyaset hayatı ile ilgilenen okuyucuların ilgisini çekebilecek bir kitaptır

Memleket Hikayeleri

KİTABIN ADI:MEMLEKET HİKAYELERİ
KİTABIN YAZARI:REFİK HALİD KARAY
YAYIN EVİ:İNKILAP YAYINEVİ
BASIM YILI:1990
KİTABIN KONUSU: İnsanların Anadoludaki yaşamları dile getirilmiştir.Anadolu’nun nasıl değiştiği,çağın manzarası,psikolojisi,mantığı,iç ve dış varlığı aktarılmıştır.(Kitap 18 hikayeden oluşmaktadır ve her hikaye birbirinden bağımsız olduğundan dolayı ben bunlardan bir tanesini sunacağım.)
.KİTABIN ÖZETİ:
Yatık Emine adında bir kadın vardır,bu kadın Ankara’da fahişelik yaparak hayatını kazanmaktadır. İl merkezinde ard ard arda olaylar çıkmasına sebep olduğundan dolayı ilçede oturtulmak ve başka bir yere gitmesine engel olmak için Kaymakam, jandarma bölük komutanına emir gönderir,ayrıca kasabanın genel ahlakının bozulmaması için gerekli önlemler alınmasını da istemiştir.Jandarma bölük komutanın ismi Sabridir.Sabri ilk olarak Yatık Emine’yi yanına çağırttırır ve olayların çıkmaması için kendisini uyarır .Yatık Emine ‘de “ tamam” der uzaklaşır. Yatık Emine’nin ilçede olmasından dolayı halk devamlı tedirginlik içerisindedir ve Yatık Emineyi dışlamaktadır.Yatık Emine’nin yatacak bir yeri olmaması karşısında, ilk olarak hapishanede kadınlar koğuşuna konulur,hapishanedeki kadınların çirkin tavırları ile karşılaşır ve orada dövülür,ardından hapishaneden alınır.Hastaneye gönderilir ,orada iyi bir yaşam sürmeye başlar .Gürcü Server adında bir gençdelikanlı hastanede görevlidir ve Yatık Emine’ ye yardımcı olmaktadır;fakat hastahaneden çıkartılarak kendisine bir ev tahsis edilmesi kararı Kaymakamlığın emriyle Sabriye ulasır,Sabri Yatık Emineye kıyıda köşede bulunan, ilçeden uzak bir yerde ev bulur;fakat evin içerisi boştur,hiç bir eşya yoktur .Yatık Emine burada sefil bir şekilde yaşamaktadır.Gürcü Server adındaki kişi Yatık Emine’ye , gizli gizli yardım etmektedir ve ona eşya tahsis etmiştir. Yatık Emine bu olaydan memnun kalmıştır ve bir süre iyi bir yaşam sürmüştür. Bir ara evi terkettiğinde eşyaları, yakındaki halk tarafından fahişenin eşyası mı olur gerekçesiyle alınır ve Yatık Emine gene sefalet içinde yaşamaktadır.Sabri Yatık Emine’ye acımaktadır ve kendi adına Yatık Emine’nin ekmek alması için fırıncı ile konuşur .Fırıncı her gün Yatık Emine ‘ye 1 ekmek vermektedir .Yatık Emine 1 ekmeğin kendisine yetmeyeceğini söyleyerek 3 ekmek alır.Fırıncı Emineyi Sabriye şikayet eder ve artık Emine fırından ekmek alamamaktadır.Günler , Emine için yaşanmaz hale gelir. (açlık,susuzluk ,soğuk)Artık Emineden haber alınamamaktadır.Jandarma bölük komutanıSabri bu olay için jandarma er ve çavuşu görevlendirmiştir.Jandarma er ve çavuş Yatık Emine’nin yanına gitmek için yola koyulur ve evine vardıklarında Yatık Emine’nin cesediyle karşılaşırlar.
KİTABIN ANA FİKRİ: İnsanlar ne durumda olurlarsa olsun yardım edilmeli ,korunmalıdır
.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
YATIK EMİNE:Ankara’da fahişelik yapmaktadır,hayatını ona göre kazanmaktadır,her söy-leneni kabullenmektedir.SABRİ:Rütbesi teğmen olup, işinde acemidir.Merhametli gibi görünmektedir;aslında acı-masızdır ve Yatık Emine’nin gözlerine tutkundur.GÜRCÜ SERVER:Hastanede görev yapmaktadır ve Yatık Emine’ye kısa bir süreliğine yardım etmiştir.
KİTABİN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:Yazar,Kirpi lakabıyla tanınır.1888 yılında Beylerbeyinde doğmuştur.Taşlamaları ve siyasal yazıları sonucu Anadolu’nun çeşitli illerine sürgüne gönderilmiştir.1. Dünya Savaşının son yılı İstanbula’a dönebilmiştir.SabahGazetesi başyazarlığı yapmıştır ve 20 kadar romanı ile yaşamını sürdürmüştür.1965’teİstanbul’da ölmüştür..

Eski Hastalık

KİTABIN ADI : Eski Hastalık
KİTABIN YAZARI : Reşat Nuri Güntekin
BASIM EVİ ve ADRESİ: İnkılap ve Aka Kitap Evleri Koll. Şti.İstanbul,Ankara Caddesi No:95
KİTABIN KONUSU : Farklı çevrelerde yaşamaya alışmış insanların bir arada yaşarken çekeceği sıkıntılar.
KİTABIN ÖZETİ : Yalnızlık ve çaresizlik içerisinde, bir kaza sonucu , hastahaneye düşen bir genç kız, başına gelen olayların nasıl cereyan ettiğini anımsar.Bir eğlence esnasında kendisini şaka yollu kaçırmak istediğini söyleyen gencin, yeni medeniyetin de gereği saydığı için, teklifine razı olmuştur.Ne var ki başlarına gelen trafik kazası ile bu iki gencin durumu basına kaçamak yapan iki genç olarak yansır.Bu olay onların muhitinde hoş karşılanmaz.Züleyha, kazayı geçiren kız, yardım umduğu dayısının adeta kaçarcasına İzmir’e gitmesiyle şoke olmuştur.O nu hastahaneden çıkarmaya gelen kocası Yusuf’a tam bir teslimiyet ile ona söylemeye hazırlandığı açıklamaları yapamaz. İktidar sahibi olmaktan hoşlanan Yusuf, ona hastahaneden çok iyi muamele ettirmişir.hiçbir açıklamasını ifade etmesine fırsat vermeden Züleyha’yı Silifke’ye ,eskiden belediye reisliğini yaptığı yere ,gemi yolculuğu ile götüreceğini söylemiştir.bu gemi yolculuğu hem Züleyha ‘nın nekahat dönemi için yardımcı olacak hem de kendi kontrollerinde bir seyahat gerçekleştireceklerdi.Taşucu isimli bu geminin üç kamarasını kendilerine tahsis eden Yusuf, bu düzenleme için hiçbir masraftan çekinmemiştir.Aslında yük gemisi olan gemide de zaten onlaradan başka kimse yoktur.Gemide doktor,tahta bacaklı bir kaptan, Züleyha’ya hizmet eden Halil isimli bir miço ve diğer işler içintayfalar mevcuttur.Bu gemide bulunan her tayfanın geçmile ilgili kötü bir mazisi vardır.Kimisi adam bıçaklamış kimisi yurdundan kaçmış…Geminin doktoruna gelince, o, binbir emekle büyütüp Fransa’da okutup, mezun olunca memleketi bırakıp peşini düştüğü oğlunun ani ölümü ile yıkılmış, çökmüştür.Yolculuğun başlaması ile geçmişe dair hatıralarını anımsayan Züleyha’nın aklına, kocası Yusuf ile münakaşasından, dayısı Şevket Beye kadar bir çok olay gelir.Çevresi oldukça geniş olan dayısı Şevket Beyin Fransızlar’la olan münasebetleri sayesinde kurtardığı insanları anımsarken hafızasında canlanan iri yarı askerler babasını bekleyişini hatırlattı.Zira babasını yılda bir ay görebiliyordu.Yusuf ile tanışmaları da babasının marifetiydi.babası kızını karşılamaya gidememiş yerine harp sırasında kumandanlığını yaptığı Yusuf’u ,dönemin belediye reisi,göndermişti.Yusuf ve ailesi bu kumandana; Ali Osman Beye, samimi ve içten davranırlardı.Züleyha ve ailesini çiflik evlerine davet etmişlerdi.Burada Züleyha ile babası birbirlaerine olan sevgi ve saygılalarını ifade etme imkanı bulmuşlardı.Annesi ölen Züleyha babasını yalnız bırakamamış ve alttan almaya başlamıştı.Çiftlik evinde fazla kalıp dedikodular çıkınca Yusuf ve annesi maksatlarını söyleyip Züleyha’yı istemişlerdi.kendisi için Silifke dışına çıkabilme fırsatı olarak değerlendirdiği bu izdivacı uzun süre düşündükten sonra kabul etmişti.Hastalığı iyice ilerleyen Ali Osman Bey vefat edince Züleyha artık Silifkeden iyice uzaklaşmak istiyordu.Bir gün rutin bir münakaşada ayrılmayı öneren Züleyha’nın sözleri Yusuf tarafından ciddiye alınmış ve kabul edilmişti.Züleyha’nın aklından bu anılar geçerken gemi çeşitli yerlerde molalar verip duruyordu.Züleyha’yı alıp Silifkeye götürecek olan Yusuf Çanakkale‘de verdikleri molada ona babasının yaralandığı yerleri göstermişti.Züleyha Yusuf’un tüm yaptıklarının bir oyun olduğunu düşünür ve çok sıkılır.Gemide iyice rahatsızlanan doktorun tedavisi için İzmir’de durup onu hastahaneye götürürler.Bu aynı zamanda Züleyha’nın dayısı ziyaretler için de bir gerekçe olmuştur.Züleyha bunu her ne kadar istemese de Yusuf’a hayır diyemez.Dayısının yanında herşeyin kötü gideceğini düşünen Züleyha’nın düşündükleri gerçekleşmemiştir.bu arada geminin tüm bireyleri ile iyice samimi olan Züleyha doktorun haline çok üzülmektedir.İlerleyen günlerde daha da kötüleşen doktor ölür.Bir evi ve akrabası bulunmayan doktor hemen oracıkta gömülür.bu defin esnasında gemiye Giritli bir kimsesiz adam alınır.Sonuda 28 günlük seyahat son bulul ve Silifke’ye varılır.İçnnde hep bir endişe taşıyan ve herşeyin eskisi gibi devam etmeyeceğini farkeden Züleyha, Yusuf’un boşanmaları için gerekli bir yıllık kanuni sürenin dolduğunu söylemesi üzerine evden ne zaman ayrılabileceğini sorar.Üç yada dört gün birlikte olabilecek olan bu ikili için artıkherşeyin açı açık konuşukabileceği dönem gelmiştir.Züleyha’yı göndermek üzere tren garına getiren Yusuf üzgündür.Trene binerken Züleleyha onu asla aldatmadığını söyler.Yusuf ise bunun kendisinde eski bir hastalığın vehmi olduğunu söyler ve ayrılırlar.
KİTABIN ANAFİKRİ : Karşımızdaki insan her ne kadar hatalı da olsa ona karşı insanlık vazifemizi yerine getirmeliyiz.
KİTAPTAKİ OLAYLARIN ve ŞAHISLARIN İNCELENMESİ : Olaylar bir genç kızın başına gelen bir kaza neticesinde hastahaneye yatmasıyla başlıyor.Buradan itibaren itibaren yapılan geri dönüşler ile merak unsuru uyandırılıyor.Züleyha: Yusuf’un eşidir. Babasının memuriyeti dolayısıyla fazla denetim altında tutulamamış, gelir düzeyi iyi bir ailenin kızıdır.Gençliğinde çeşitli fikir ve düşünceleri onun hayatını etkilemiştir.Kendisi fiziksel olarak güzel ama kaprisli bir kişidir.Yusuf : Anadoluda yaşayıp büyümüş karakteri burada şekillenmiş bir kişidir.Züleyha’nın babası, Çanakkale’deki komutanı, Ali Osman Beye karşı müthiş bir sadakat ve bağlılığı söz konusudur.Silifke’nin Belediye Başkanlığında bulunmuştur.İri yarı güçlü kuvvetli bir kişidir.Ali Osman Bey : Züleyha’nın babasıdır.Kendisini görevine adamış bir subaydır.Hatta etrafındakilerin oldukça zor olarak saydığı olguları sıradan sayabilecek kadar meslek düşkünüdür.Mesleği uğruna çok çok sevdiği ve karakterini kendisinin şekillendirmek istediği kızından uzak kalmıştır.Enise Hanım : Yusuf’un annesidir.Tipik bir anadolu kadınıdır.Evinin erkeğini kaybetmiş ve evindeki tek erkek olan oğlu Yusuf’un ailenin reisliğine geçmesine razı olmuştur.Oldukça içten, samimi ve sadık bir kadındır.Şevket Bey : Züleyha’nın dayısıdır.Yeni medeniyeti ülkeye getirmek isteyen bir politikacı olmasına rağmen, bu konuda muvaffak olamamış ve yerine yeni kültürü getirme çabalarına girişmiştir.Toplumun düşüncelerine göre hareket değiştiren sadık olmayan tipik bir politikacıdır.Fikri Bey : Yusuf’un muhitinde bulunan ve bu muhitçe sevilen bir kişidir.Ayrıca iri yarı bir kalıbı olmasına rağmen kızlara latifelerde bulunup gönüllerini çalabilecek incelikte birisidir.Doktor : Yusuf ile Züleyha’yı İstanbul’dan alıp Silifke’ye götüren geminin doktorudur.O ğlunu erken ölümüne dayanamayıp o da bir kaç ay içinde ölmüştür.Halil : Gemide Züleyha’nın hizmetinden sorumlu tayfadır.Kendisi bir rumu karnından bıçaklamış olması sebebiyle kaçmış ve ailesinden uzakta bu gemide hayatını sürdürmektedir.

Savaşmadan Kazanmak

Kitabın Adı :Savaşmadan Kazanmak
Kitabın Yazarı :Josef KIRSCHNER
Çeviren: Selcen DOĞAN
Yayınevi ve Adresi Arıtan Yayınevi Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi D Blok Kat:5 No:2 Topkapı-İSTANBUL
Basım Yılı 1995
KİTABIN ÖZETİ :
Birçoğumuz çevremizdekilerin kusurlarını arayıp; ortaya çıkarmaya çalışırız. Bunun nedeni çevremizdekileri aşağılamak, küçük düşürmek ve kendimizi yüceltmek olsa gerek. Başkalarını eleştirerek, kendimizin kusursuz olduğuna karşımızdakini inandırmaya çalışırız. Bu da çirkin, ucuz, değersiz bir davranış şeklidir.
Hayal gücümüzü kullanarak örnek bir olay canlandıralım: Her gün akşam yemeğinden sonra, eşiyle birlikte parkta sohbet ederek yürüyen karı kocanın önüne bir gün bir hırsız çıksın. Hırsız, inandırıcı bir şekilde; ”Sökülün paraları yoksa alırım canınızı” diyerek tehdidini savurur. Bu sırada hırsızın ummadığı şekilde karı kocadan tehdidi duymamış gibi hiç ses çıkmaması üzerine; hırsız sinirlenerek bağırmaya başlar. ”Beni duymadınız herhalde, çıkarın cüzdanınızı yoksa suratınızı dağıtırım!” diyerek karı kocanın üzerine bıçağı ile saldırır. Karı kocanın ani bir hareketi ile hırsızın hamlesi boşa gider. Tekrar toparlanan hırsız gururu incitildiği ve öfkesini yenemediği için öncekinden daha hızlı şekilde tekrar saldırır. Karı kocanın küçük vücut hareketiyle geri çekilmeleri üzerine bu sefer hırsız kendini yerde bulur. Şimdi yere düşen zavallı hırsız yalvaran gözlerle karı kocaya bakmaktadır. Acaba ayaklarıyla suratını mı çiğneyecekler, yoksa gırtlağına sarılıp polis mi çağıracaklar düşüncesindedir. Ancak karı koca ne hırsıza vurur ne de intikam derdine düşüp polis çağırırlar. Sadece arkalarını dönerek yürüyüşlerine devam ederler.Bu hikaye bize savaşmadan nasıl kazanılacağına bir örnektir. Bu olay hırsızı mağlup edenin yine kendi öfkesi olduğunu görmemizi sağlar. Günlük yaşantımızdaki savaşlar başka sahnelerde de karşımıza çıkabilir. Çoğumuz bu gibi saldırılara çılgınca savaşarak gururumuzu, mevkiimizi, iffetimizi elde etmeye çalışırız.Savaşmadan kazanmak, hayatın risklerini göze alamadığı için büyük zaferlere ve başarılara imzasını atamamış insanlara sunulan bir davranış modelidir. Yenilgiler onları korkutmaz, aksine daha motive ettirici unsur olarak görülür.Bir insan gurur, şeref ve haysiyetini yitirdiyse üzülüp ezildiğini bir gün mutlaka anlar. Fakat yaşadığı zor anlarla hayatının güzel geçen anlarını karşılaştırdığında sevinçli ve mutlu anlarının zannettiğinden çok daha az yer tuttuğunu görür. Bu duygularını kendi içinde öldürüp, davranışlarından ötürü asla bir takım suçluluk duygularına yenik düşmez; kendisini kesinlikle bir suçluymuş gibi görmez. Hiç kimse onu kandıramaz, kışkırtıp tehdit edemez. Çünkü bilir ki “başıma gelecek en kötü şey ölümdür” ki bununda bir önemi yoktur. ”Ben zaten ölümle dost olmayı bile öğrendim” der. Bu şekilde düşünen ve düşündüğü gibi davranan biri, gerçek zaferin sahibi olacaktır.Savaşmadan kazanmanın bir takım kurallarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz ;Rakibini yenmek istiyorsan, önce kendini yenmelisin.Savaşı kazanmak için her zaman mutlaka bir alternatifin bulunmalıdır.Oyunda kendinizin hakemliğini yine kendiniz üstlenmelisiniz.Yenilgiye mazeret aramamalısın.Oyunda hangi kuralları kullanırsan kullan sadece tek şansın olduğunu unutmamalısın.Zafer kazananların bile yenilebileceği unutulmamalıdır. Yenilgiler korkutmamalı, aksine motive ettirici unsur olarak görülmelidir. Galip gelmenin önemli üç saldırı unsuru: savaşma gücü, kazanma iradesi ve yeterli yedek kuvvetlerdir. Yukarıda açıklanmış olan beş kuraldan anlaşılacağı gibi hayatımız koskoca bir oyundan ibarettir. Bizler de bu oyunun birer parçası olduğumuzu unutmamalıyız.“Savaşmadan kazanmak” demek, tehdit ve yaptırım oklarına hedef tahtası olmamak demektir.“Savaşmadan kazanmak” demek, hedef tahtasından uzaklaşıp; zehirli okların boşluğa doğru uçmasını sağlamak demektir.Çoğumuz, yüksek sesle konuşarak kendimizi fark ettireceğimizi zannederiz, ancak yüksek sesle konuşmakla kazanmanın hiçbir ilgisi yoktur. Kazanmak için zafer anı gelinceye kadar sessizliği korumak, zafer anı gelince de harekete geçmek gerekir.Her bireyin elde etmesi gereken önemli zaferleri aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:1. “Mutlaka kazanmalıyım” düşüncesini yenin; bunun için iç disiplin anlayışı içerisinde bulunulmalı; her oyuncu kendi şahsına uyum gösterecek doğru zaman, yer ve koşullar yakaladıktan sonra harekete geçmelidir.2. Kendinize güvenmeyi öğrenin: Hayatları boyunca diğer insanları aşağılayarak kendini yüceltmeye çalışan insanlar vardır. Birçokları bozguna uğradıklarında kolaya kaçar. Güç kazanıp kendilerini geliştirmektense , göstermelik ve sahte başarılara sığınırlar. Amaçları çevredekilerine , yenilmediklerini ispat etmektir. Yaşadığımız dünyada bir şeyleri değiştirmek istiyorsak önce kendi kişiliğimizde bazı şeyleri değiştirmeyi başarmalıyız. Bu da başaracağım inancıyla başlar.3. “Suç işle; af dile ” prensibine boyun eğmeyin : “Önce günahı işle; sonra af dile” felsefesini benimseyenler, kaybedecekleri önceden belli olan bir savaşa atılmış olurlar.4. “Olabilecek en kötü şey” korkusunu yenin : Başına gelebilecek en kötü olayı korkuyla bekleyerek yaşayan bir kimse, bu korkusunu yenmeyi başardığı takdirde, hiçbir şey onu korkutamayacaktır. Savaşmadan kazanmak bir anlamda ölümle dost olmak demektir.Savaşmadan kazanmak için; ya çevreye uyum sağlayacak şekilde kendinizi hazırlarsınız ya da başkalarının yapılarını, değer yargılarını boş verir; kendi kendinizi keşfetmeye çalışırsınız. Hayatınızın geri kalanında size en çok zevk vereceklerle uğraşırsınız.Sonuç olarak kendimize ulaşan yolu takip ederken, hayatımıza anlam katacak olan potansiyel güçleri araştırmalıyız

Susuz Yaz

Kitabın Adı:Susuz Yaz
Kitabın Yazarı :Necati CUMALI
Yayınevi ve Adresi :Çağdaş Yayınları Yerebatan Cad. Salkımsöğüt Sok. NO:9/B Cağaloğlu ISTANBUL
Basım Yılı 1997
KİTABIN ÖZETİ
Susuz Yaz, Necati CUMALI’nın, öykülerden oluşan, adını da içindeki bir öyküden alan kitabıdır. Yazar, avukatlık yaptığı yıllarda, hem memleketi olması hem de yaşamının önemli bir kısmını orada geçirmesi nedeniyle, İzmir’in Seferihisar ve Urla ilçelerine bağlı köylere ait deneyim ve izlenimlerini sunar bu kitapta. Yazılanlar her ne kadar kurgu olsa da, öykülerdeki isimler değiştirilmiş olsa da, söz konusu öykülerde yaşananlar gerçeğin ta kendisidir. Susuz Yaz’ı okuyup da Urla ve Seferihisar bölgesine gidenlerin gözünde hemen kitabın satırları canlanırken, bölgeyi iyi bilen biri için de kitabı okuyunca civarın dağları, dereleri ve ormanlarının canlı bir şekilde gözünün önüne geleceği kesindir.
Toplam onbir kısa öyküden oluşan kitapta, Necati Cumalı, gerçekçi köy hikayelerini toplamıştır. Toprak, su davaları, çekişmeler, kıskançlıklar, öç almalar, kavgalar, cinayetler, zorbalıklar ve köylümüzün, kasabalımızın bu konulardaki tutumu anlatılıyor bu hikayelerde. Aynı zamanda şair de olan yazarın bu özelliği konuları anlatış tarzına da yansımış görünmektedir. Olayları o kadar şiirsel bir dille anlatıyor ki okuyucu ister istemez kendisini olayın içinde buluyor. Kitaba adını veren Susuz Yaz’ın yanında on öykü daha vardır: Öç, Yenilmeyen, Dağlı ve Muharrem, Bıçak, Kaatil, Gülsüm Kıza Ağıt, Esma ile İsmail, Aktör, Aksinin Biri ve Selim’i Anarım.
Tiyatroya da uyarlanan Susuz Yaz’ın konusu adından da anlaşılacağı üzere “su”dur; Anadolu’da hep var olan, yüzyılımızın son çeyreğinde sınırları da aşıp uluslar arası, savaş çıkartacak kadar önemli bir hale gelen su paylaşımıdır. Mevcut suyun herkese yetmemesi üzerine, tarlasından su çıkan iki kardeş suyu sahiplenir. Çıkan su kavgası kardeşlerden birinin cinayet işlemesiyle sonuçlanır ve diğeri hapse girer. Ceza evine düşen kardeş evlidir ancak gelenek olduğu üzere suçu küçük üstlenir. Bir süre içerdeki kardeşiyle ilgilenen ağabey daha sonra geline göz koyduğu için kardeşinin ölüm haberinin geldiği yalanını bütün köye yayar ve nihayet böylece çaresiz kalan gelinle evlenir. Ancak yıllar sonra ceza evinden beklenmedik şekilde çıkıp gelen küçük kardeş olayları öğrenince kıyamet kopar.
Sinema uyarlamasında aynı adama âşık ana-kız rekabeti olarak gösterilen Öç’te ise köyün işsiz güçsüz haytasından kızını korumaya çalışan ananın durumu ve olaylarla hiç de ilintisi olmayan insanların trajedisi anlatılmaktadır. Ağabeyinden (Şerif Ali) farklı olarak gözü hep işinde olan küçük Mahmut aşk olayının en hak etmeyen kurbanı olarak, kendisini ve erkekliğini ispatlamak zorunda hisseden, bunu daha çok köylülerin ırz, namuz doldurmalarıyla yapan, kızın (Hacer) erkek kardeşi tarafından öldürülür. Köylerimizde yaygın olarak görülen tipik bir kız kaçma-kaçırılma ve bunu takip eden namus cinayeti olayıdır.
Yenilmeyen’de her şeyini yenilmez bir güreş devesine yatıran bir köylünün kıskançlıklar sonucu devesinin öldürülmesiyle beraber Batı Anadolu’daki deve güreşi geleneği en ince ayrıntısı ve terminolojine kadar okurlara sunulmaktadır. Anlatımdaki şiirsellik bir devenin ölümünü okur vicdanında bir insanınki kadar acıklı ve hüzünlü hale getirmektedir. Bıçak ise insanımızın silaha düşkünlüğünü işleyen, bir bıçağın köy çocuğunun arkadaşları ve büyükleri nezdindeki imajını nasıl güçlendirdiğini anlatan kısa öykülerden bir başkasıdır.
Dağlı ve Muharrem, Katil ile Gülsüm Kıza Ağıt öykülerinde sırasıyla zorbalık, kabadayılık, eğitimsiz ve kocasına tamamen mahkum olan kadının dramı ve bütün bunların karşısında sürekli bastırılan, horlanan, aslında pervasızlığa saygısından dolayı baş vurmayan insanların çileden çıkıp olanlara dur demesi ve kendini savunma ihtiyacı hissetmesi örnekleriyle anlatılmaktadır. Ezilen insanların haklılığını belgelemek istercesine söz konusu hikayelerde cinayet işleyenler yazar tarafından “katil olmalarına rağmen” o şekilde sunulmaktadır ki okuyucu farkında olmadan sempati duyar onlara.
Aktör ve Aksinin Biri öykülerinde ortak olarak insanlarımızın zayıflıkları, içinde bulundukları maddi güçlükler ve bu güçlükler nedeniyle kolayca yoldan çıkarılmaları, devlet memurlarına rüşvet verilerek ulusun ortak değerlerinin nasıl katledildiği anlatılmaktadır. Hayatta hiç bir amacına ulaşamayan sözde aktör, köylü ve kasabalının saf duygularını ve iyi niyetini sömürerek yaşayıp giderken, bir kereste tüccarı da kolcunun maddi açmazlarını ve içkiye düşkünlüğünü kullanarak ormanları talan etmeye devam eder. Tüccarın yolsuzluğu sanki kırk yıl öncesine ait değil de son birkaç yıldır yaşadığımız her türlü yolsuzluk, sahtekârlık, yüzsüzlük ve vurdum duymazlıkları sergiliyor gibidir. Öyküde yaşananlar günümüze adeta nazire yapıyor, bize çok alışık olduğumuz şeyleri bir daha hatırlatıyor.
Öykülerde görülen genel olumsuz havaya rağmen Selim’i Anarım adlı öyküde yazarın kendisi bile çalışkan Türk köylüsüne âşıktır. Elinde bulundurduğu tarla, bağ ve bahçelerini işleyerek, diğer bazı komşuların gerek kendi tembelliklerini bastırma dürtüsü gerekse kıskançlıkları nedeniyle sürekli saldırmaları ve dalga geçmelerine rağmen, etrafını cennete çevirmiştir köylü Selim. Engel olunmadığı, destek olunduğu hatta hiç değilse gölge edilmediği zaman insanımızın yapamayacağı şey yoktur.
Bu kitapta ele alınan konular ve sorunlar aslında yüz yıllardır Türk toplumunun yaşadığı sorunlardır. Yazar kişilerin çatışma ve didişmeleri yoluyla bizi bu sorunlara götürmekte, çözüme hiç de gerek olmadığını, problemin çözümü de içinde barındırdığını olayların inceleniş ve aktarılışı sırasında gayet açık bir şekilde vermektedir: Çözüm eğitimdir. Bu dava ve olaylar köyümüz ve köylümüz (bugün kentlimiz de buna dahil edilmeli) aydınlığa kavuşturulmadıkça sürüp gidecektir. Hatta bugün “kentli” demekte bir hayli zorlandığımız şehirlilerimizin bir çoğu da ironik bir şekilde aynı kadere mahkum olmuştur. Eskiden cehalet yüzünden sadece kırsal kesimde karşılaşılması muhtemel bazı olaylar kentlere kadar gelip dayanmıştır.
Hemen hemen iki çeyrek asır önce yazılmış ve eleştirilmiş olan konular ne gariptir ki hiç değişmeden bugün de karşımızda durmaktadır. Bu bakımdan Necati Cumalı’nın öyküleri güncelliğini, gerçekliğini ve sıcaklığını yitirmeyen öykülerdir. Tüm zamanlarda okunabilecek bir başucu kitabı olma özelliğini taşımaktadır. Su davası (Susuz Yaz), kız kaçırma (Öç), kabadayılık yoluyla para sızdırma (Dağlı ile Muharrem), boşanan kadının dramı (Gülsüm Kıza Ağıt) ve rüşvet, yolsuzluk, memleket kaynaklarını talan etme (Aksinin Biri) konuları hem köy hem kentlerimizde fazlasıyla yaşadığımız, alıştığımız ve iyice kanıksadığımız konulardır. İnsanımızı daha iyi tanımak için okunması gereken bir kitaptır Susuz Yaz.

Sıddhartha

Kitabın Adı :Sıddhartha
Kitabın Yazarı: Hermann HESSE
Yayınevi ve Adresi Can Yayınlar, İstanbul
Basım Yılı 1983
KİTABIN ÖZETİ
Yerleşmiş katı inançlardan, kurumlardan kopmuş, başkaldıran bir kişi, yepyeni değerler peşinde koşan, yalnız, bıkmabilmez bir arayıcı olan Alman yazar Hermann Hesse, 1946 Nobel Edebiyat ödülü aldığı Siddhartha adlı romanında, tüm dinlerde, insanların benimsediği tüm inanış biçimlerinde ortak olan yanı, tüm ulusal ayrımları aşan, tüm ırkların, tüm bireylerin benimseyebileceği şeyi yakalamaya çalışmıştır.
Brahmin’in oğlu Siddhartha, başka bir din adamının oğlu Govinda’yla birlikte büyüdü. Siddhartha, babasından birşeyler öğreniyor ve bilge kişilerin konuşmalarına katılıyordu, onlardan düşünme, düşüncede yoğunlaşma sanatını öğreniyor ve bu konular üzerine Govinda’yla tartışıyordu. Sessizce Om çekmeyi çoktan öğrenmişti. Atman’ı, yıkılmaz evrenle bir olan Atman’ı, varlığının derinliklerinde duymayı da biliyordu.’
Bu akıllı, bilgiye susamış oğul, babasını çok mutlu ediyordu; büyüdüğünde önemli bir bilge, bir rahip, Brahminler arasında bir prens olacaktı oğlu. Arkadaşı Govinda herkesten çok seviyordu onu.Herkes Siddhartha’yı seviyordu, herkese sevinç veriyor, mutlu kılıyordu herkesi O.
Oysa Siddhartha mutlu değildi, kendisi sevinç duymuyordu. Huzursuzluğun içinde filizlendiğini duyuyordu. Babasının, anasının, arkadaşı Govinda’nın sevgilerinin bile kendisini mutlu kılamıyacağını, ona huzur veremeyeceğini, yetemeyeceğini, onu doyuramayacağını sezmeye başlamıştı. Değerli babasıyla öteki öğretmenlerinin, bilge Brahminlerin bütün bilgilerini, en iyi bilgilerini kendisine aktardıklarını, hepsini olduğu gibi kendisinde aç bekleyen o dağarcığa döktüklerini biliyordu; gene de dağarcığın dolduğundan, aklının doyuma ulaştığından, ruhunun huzura erdiğinden, yüreğinin tek duracağından kuşkuluydu. İnsanın Benlik’inden, özünden, herkesin içinde taşıdığı ölümsüzlükten başka nerede olabilirdi Atman? Bu benlik, bu öz, neredeydi? Et ya da kemik, düşünce ya da bilinç olamazdı bu! En bilge kişiler böyle sanıyorlardı oysa. Neredeydi öyleyse? Kendine, Atman’a yaklaşmaya çalışmak-denenmeye değer başka bir yol var mıydı? Kimse göstermiyordu bu yolu, kimse bilmiyordu- ne babası, ne öğretmenleri, ne bilge kişiler, ne de kutsal ezgiler. Birçok değerli Brahmin tanıyordu, en çok da, kutsal, bilgili, saygıdeğer babasını. Beğenilecek bir insandı babası; ölçülüydü, soyluydu. İyi bir yaşam sürüyordu; sözleri bilgelik doluydu, ince soylu düşünceleri vardı. Böylesine çok şey bilen babası mutluluk içinde miydi, huzurlu muydu? O da hiç durmadan arayan biri, doymak bilmeyen bir insan değil miydi? Atman yok muydu içinde? Kaynağı kendi yüreğinde bulamıyor muydu? İnsan kendi içinde bulabilmeliydi kaynağı, kendisi sahibolmalıydı ona. Bunun dışında herşey bir arayıştı, bir sapma, bir yanlıştı. Bunlardı işte Siddhartha’nın düşündükleri; susuzluğu, acısı buydu onun.
Bir gün Siddhartha’nın oturduğu kentten bazı Samanalar geçti. Başıboş dolaşan bu asetikler zayıf, yıpranmış üç kişiydiler; ne gençtiler, ne yaşlı; omuzları toz, kan içindeydi; nerdeyse çırılçıplaktılar; güneşte kavrulmuş, yalnız, yabanıl, düşman görünüşlü kişilerdi, insanların pırıl pırıl dünyasında yaşayan bir deri bir kemik çakallardı bunlar. Çevrelerinde, sessiz bir tutkululuk, bitirici bir çalışma, kendine acımayı bilmeme havası vardı. Siddhartha, Samanalara katılma fikrini önce arkadaşına sonra da babasına bildirdi. Önce karşı çıkmasına rağmen, Siddhartha’nın kararlılığı karşısında babası izin vermek zorunda kaldı, arkadaşı Govinda da Siddhartha’ya katıldı. O gün akşama doğru Samanalar’a yetiştiler, aralarına katılma isteklerini, bağlılıklarını bildirdiler ve kabul edildiler. Sıradan insanların, ilgilendikleri, değer verdikleri olaylar, kavramlar, bunların hiçbirisi dönüp bakmaya bile değmezdi; herşey yalandı, yalan kokuyordu; duyuların, mutluluğun, güzelliğin yanılsamalarıydı bunların hepsi. Herşey çürüyecekti, buruk bir tadı vardı dünyanın, yaşam acılarla doluydu.
Siddhartha’nın tek bir amacı vardı artık;boşalmak, susuzluktan, tutkulardan, düşlerden, zevkten ve üzüntülerden arınmak. Benlik’ini öldürmek. Ben olmaktan çıkmak; arınmış bir yüreğin dinginliğini tatmak, salt düşünceye ermek, buydu onun amacı. Benlik bütünüyle ele geçirilip öldürüldü mü bir kez, tüm tutkular, tüm arzular susacaktı; işte o zaman en son şey, Varlık’ın artık Ben olmayan iç özü-o büyük sır- uyanacaktı!
Samanalar’ın en yaşlısı, benliğini yadsımayı Samanalar’ın kurallarına göre düşüncede yoğunlaşmayı öğretiyordu. Siddhartha Samanalar’dan, oruç tutmayı, düşünmeyi ve beklemeyi (sabretmeyi) öğrendi. Üç yıldır Samanalar’la birlikte yaşamak ve bu süre zarfında onlardan öğrendikleri de yetmemişti. Tam bu sırada çeşitli yerlerden bir söylenti, bir bildiri geldi kulaklarına. Gotama denen aydın bir kişi çıkmıştı ortaya: Buddha. Bu kişi kendi içinde dünyanın acılarını yenmiş, yeniden doğuş çevrimini durdurmuştu. Çevresinde izleyicileriyle dolaşan malsız, mülksüz, evsiz, karısı olmayan, başı yukarda dolaşan, ermiş bir adam; ülkeyi baştan başa dolaşıp vaaz veriyordu; Brahminler’le prensler onun önünde boyun eğiyor, öğrencileri oluyorladı.
Bu bildiri, bu söylenti, bu öykü şurda burda duyuluyor, yayılıyordu. Kentte Brahminler, ormanda Samanalar bundan söz ediyorlardı hep. Buddha adı bazen iyi, bazen kötü denerek, bazen övgülerle, bazen aşağılamalarla hiç durmadan kulaklarına geliyordu geçlerin. İnananlar onun büyük bir bilgiye sahip olduğunu söylüyorlardı;O, önceki yaşamları anımsıyordu, Nirvana’ya ermişti, çevrime hiç kaptırmamıştı kendini, biçimlerin o dertli ırmağına düşmüyordu artık. Onun hakkında birçok olağanüstü, inanılmaz şey söyleniyordu, Tanrılarla konuşmuştu. Öte yandan düşmanlarıyla ona inanmayanlar da bu Gotama’nın başıboş bir dolandırıcı olduğunu söylüyorlardı;günlerini zevk içinde geçiriyor, kurbanları aşağılıyordu; bilgelikten uzaktı; ne dualardan ne de bedenini öldürmekten haberi var onun diyorlardı.Buddha hakkındaki bu söylentiler çok ilginçti;büyüleyici bir yanı vardı duyulanların. Dünya hastaydı, yaşam zordu ve işte yeni bir umut belirmişti. Yepyeni, rahatlatıcı, yumuşak, güzel umutlarla dolu bir haberci vardı ortada. Her yerde Buddha hakkında söylentiler dolaşıyordu. Hindistan’ın dört bir yanındaki gençler bunları dinliyor, kendilerini bekleyiş, umut içinde buluyorlardı. Ondan haber getiren her hacı, her haberci sevinçle karşılanıyordu.
Söylentiler ormandaki Samanalara, Siddhartha’ya, Govinda’ya dek, parça parça ulaştı. Samanaların en yaşlısı hoşlanmadığından pek sözü edilmiyordu bu söylentilerin. Büyük Samana, Buddha denen bu kişinin eskiden bir asetik olduğunu, ormanda yaşadığını, sonra zevke, safaya ve dünya zevklerine döndüğünü duymuştu ve Gotama’ya hiç inanmıyordu.
Govinda, bu eksiksiz kişinin öğrettiklerini kendi ağzından dinlemek ve yeni bir yola atılmak istediğini Siddhartha’ya söyledi. Siddhartha’nın, artık Samanaların yolundan gitmek istememesine rağmen, Buddha’nın da öğrettiklerini dinleme isteği yoktu. Çünkü öğretilere, bilgilere artık inanmıyordu, öğretmenlerden kendisine gelecek şeylere inancını hemen hemen yitirmişti. Gene de, bu yeni öğretiyi de dinlemeye hazır olduğunu; yüreğinde öğretilerin en iyi meyvalarını artık tattığı inancı olsa da, bu yeni teklifi kabul ettiğini arkadaşına söyledi.Aynı gün Siddhartha en yaşlı Samana’ya onlardan ayrılmak istediklerini, gençlere, öğrencilere yaraşır bir incelik ve alçak gönüllülükle söyledi. Oysa yaşlı adam her iki gencin de kendisinden ayrılmak istemelerine kızmış, sesini yükseltip adamakıllı azarlamıştı onları. Siddhartha, yaşlı Samana’nın yanında, başı dimdik, öylece durdu, gözlerini onun gözlerine dikti, bakışlarıyla onu yakaladı, uyuşturdu, susturdu, istemini yendi, sessizce kendi istemini kabul ettirdi ona. Yaşlı adam sustu, gözleri donakaldı, istemi yıkıldı, kolları yana sarktı, Siddhartha’nın büyüsü altında güçsüzleşti. Siddhartha’nın düşünceleri yaşlı adamın düşüncelerine egemen oldu; yaşlı adam onun buyurduklarından başka bir şey yapamazdı artık. Böylece yaşlı adam birkaç kez eğildi, onları kutladı, kekeleyerek iyi yolculuklar diledi. Gençler iyi dileklerle teşekkür ettiler; eğilerek selamına karşılık verip yanından ayrıldılar.
Siddhartha ve Govinda, Savathi kentinde Jetavana korusunda, Buddha’yı buldular. Govinda, Buddha’nın öğretilerinden hemen etkilenerek ona katıldı. Oysa Siddhartha Buddha’ya şunları söyledi; ” Sizin Buddha olmadığınız, binlerce Brahmin’in, Brahmin oğlunun ulaşmaya çabaladığı en yüce ereğe ulaşmadığınız bir an bile geçmedi aklımdan. Bunu kendi arayışınızla kendi yolunuzda, düşüncede yoğunlaşmayla, bilgiyle, aydınlanmayla yaptınız. Öğretilerden hiçbir şey öğrenmediniz; ben öyle düşünüyorum ki Ey Yüce Kişi öğretilerle kimse kurtuluşa eremez. Ey Yüce İnsan, aydınlanma anında size neler olduğunu sözlerle ya da öğretilerle anlatamazsınız kimseye. Aydın Buddha’nın öğretileri çok şeyi içeriyor, çok şeyi, dürüst yaşamayı, kötülükten kaçınmayı öğretiyor. Ama bu açık, değerli öğretinin içermediği bir tek şey var: onda Yüce Kişi’nin kendi yaşadıklarının- yüzbinlerce kişi içinde yalnız onun yaşadıklarının gizi yok. Sizin öğretilerinizi dinlediğim zaman bunu düşünüp bunu anladım. İşte bunun için gideceğim kendi yoluma; daha başka, daha iyi bir öğreti aramak için değil; çünkü biliyorum ki yok böylesi; tüm öğretileri, bütün öğretmenleri bırakıp kendi ereğime yalnız başıma ulaşmak - ya da ölmek - için. Şu var ki bu günü, gözlerimin gerçekten ermiş bir insan gördüğü şu anı hep anımsayacağım, ey Yüce İnsan. Size katılanların, hepsinin öğretileri izlemesidir dileğim. Ereklerine ulaşmalarını dilerim. Başka bir yaşamı yargılamak bana düşmez. Ben kendi yaşamımı yargılamalıyım. Ben, benimden kurtulmaya çalışıyorum. Ey Yüce İnsan, ben sizin izleyicilerinizden biri olsaydım, korkarım bu ancak yüzeyde böyle olacaktı; huzurluyum, kurtuluşa erdim diye kandıracaktım kendimi, oysa aslında Ben’im yaşamaya, büyümeye devam edecekti; çünkü Ben’im sizin öğretilerinize, size, keşişler topluluğuna olan bağlılığıma ve sevgime dönüşecekti.” Bunun üzerine; Buddha yarı gülümseyerek, gölgesiz bir açıklıkla, dostlukla, gözlerini kırpmadan baktı yabancıya; sonra belli belirsiz bir hareketle ona gitmesini işaret etti ve son olarak; ” Akıllısın ey Samana, akıllıca konuşmayı biliyorsun. Gereğinden fazla akıllı olmamaya dikkat et.” dedi. Buddha uzaklaşıp gitti; bakışı, kırık gülümseyişi Siddhartha’nın anısına çakıldı kaldı.
Kimsenin böyle bakıp güldüğünü, böyle oturup böyle düşündüğünü görmedim diye düşündü Siddhartha. Ben de böyle bakıp gülebilmek, böyle oturup yürüyebilmek isterdim; böylesine özgür, böylesine değerli, böylesine ölçülü, böylesine içten, böylesine çocukça ve gizemli. İnsan ancak Ben’ini yendikten sonra böyle bakıp böyle yürüyebilir. Ben de yeneceğim Ben’imi diyerek kendine söz verdi.
Şimdiye dek önünde gözlerimi yere indirdiğim tek insan tanıdım, diye düşündü. Başka kimsenin önünde yere indirmeyeceğim bakışlarımı. Başka kimsenin öğretisi çekmeyecek beni; Buddha’nınki çekemedikten sonra dedi Siddhartha.
Buddha bende olan herşeyi aldı diye düşündü. Beni soydu; gene de çok daha değerli birşey verdi bana. Eskiden beri bana inanan dostumu (Govinda’yı) aldı benden; şimdi ona inanıyor o dostum; benim gölgemdi o; şimdiyse O’nun Gotama’nın gölgesi oldu. Ama SİDDHARTHA’YI bana verdi, kendimi verdi. Bu düşünceler içerisindeki Siddhartha bundan sonraki yaşamını, sıradan, normal insanlar gibi yaşamaya, hayatı olduğu gibi kabul etmeye, her türlü öğretinin, sıradan bir yaşam içinde saklı olduğuna inanarak sürdürmeye karar verdi. Bu yaşamıyla Ben’ini yenerek, gerçek bir aydın kişi,ermiş kişi olmayı başardı.

Sorun Çözme Teknikleri

Kitabın Adı :Sorun Çözme Teknikleri
Kitabın Yazarı :Quentin De La BEDOYERE
Yayınevi ve Adresi Rota Yayınları, İstanbul
Basım Yılı 1997
KİTABIN ÖZETİ
Kitapta; sorunların, yönetici faaliyetlerinin sürekli olarak önemli bir bölümünü oluşturması nedeniyle, sorun çözme yeteneği yöneticiliğin mihenk taşı olarak gösterilmiştir. Bu nedenle, bir yöneticinin, sadece personeli ile ilgili karşılaşacağı sorunları değil, aynı zamanda insanlarla ilgili karşılaşabileceği çeşitli sorunları da nasıl ele alarak çözümleyebileceğine ilişkin pratik bilgiler sunulmuştur.
Yazar etkili bir sorun çözme aracı üzerinde dururken, iki temel hususu dikkate aldığını belirtmektedir. Bunlardan birincisi, “İyi yönetici iyi personel yetiştirmek” ister. Yazara göre, “iyi personel” sorumluluğunu bilen, çalıştığı kuruma etkili bir şekilde katkıda bulunan ve bunu isteyerek yapan personeldir. İkinci temel hususu, iyi niyetin sonuç alıcı faaliyetlerin yerini tutmaması oluşturur.
Yazarın geliştirdiği yaklaşıma göre, sorun çözme sisteminin beş temel aşaması vardır. Bunlar; dinleme, araştırma, amaç belirleme, destekleme ve izlemedir. Yazar tarafından bu aşamalar kısaca “DAADİ” olarak formüle edilmiştir.
Sorun çözme yaklaşımı olarak önerilen modelin birinci aşamasında; sorunu olan kişinin bakış açısından sorunun nasıl göründüğü üzerine, yönetici ile o kişinin ortak bir anlayışa ulaşması için yöneticinin o kişiyi dinlemesi üzerinde durulur.
DAADİ modelinin ikinci aşamasında; yönetici ile sorunu olan kişi bu sorunun gerçek doğasını anlamak ve çözmek için neyin değiştirilmesi gerektiğini saptamak üzere araştırma yaparlar.
Amaç belirleme olarak adlandırılan modelin üçüncü aşamasında, gerekli değişiklikleri yapmak için pratik ve ölçülebilir amaçların saptanması üzerinde yönetici ve sorun yaşayan personel anlaşmaya varırlar.
Dördüncü sırada yer alan destekleme aşamasında, sorunu olan personelin saptanan amaçlara ulaşabilmesi için ihtiyaç duyduğu desteğin sağlanması önem kazanır. Bu destek, örneğin, ek eğitim vb. şekillerde olabilir.
Sorun çözme yaklaşımı olarak yazar tarafından önerilen modelin son aşaması, amaçlara ulaşılıp ulaşılmadığını ve sorunun çözülüp çözülmediğini anlamak için sürecin nasıl geliştiğinin izlenmesine ayrılmıştır.
Söz konusu bu sorun çözme sisteminin her aşamasında hem farklı bilgi ve beceriye ihtiyaç duyulur, hem de bu bilgi ve becerilerin kazanılması için gerekli pratik yapma imkanları açıklanır. Günlük yönetimde gerekli olan DAADİ becerilerinden, özet olarak şu şekilde bahsetmek mümkündür.
İyi dinleme, bir teknik olmaktan daha öte; insanlara saygının bir ifadesidir. Personelin motivasyonunu yükseltmek ve yeterli bilgi almak için sürekli kullanılmalıdır.
Empati, yani durumu başka birinin bakış açısından görebilme yeteneği, geliştirilmeli ve uygun olan her yerde kullanılmalıdır. Bu yetenek yöneticinin yararlı tepkiler göstermesine yardımcı olur.
Yönetici kendini dinlemeyi ihmal etmemelidir. Böylece, kendi tutum ve duygularını kontrol eder ve bunları yapıcı bir şekilde kullanmayı öğrenir.
Araştırma aşamasının bir çok becerisi, şahsi sorun çözmenin dışındaki birçok durumda da yararlıdır.
Amaç saptama aşamasının becerileri, amaçlara göre yönetim, yıllık performans değerlendirmelerine ve başka yönetim tekniklerine de uygulanabilir. Aynı şekilde, destekleme ve izleme de genel yönetim için gereklidir.
DAADİ’nin küçük gruplarda kullanılmasında şu hususlara özen gösterilmelidir:
DAADİ iki kişi arasındaki çatışmayı gidermekte de yararlıdır. Bu durumda, taraflara süreci birlikte gerçekleştirmeleri için yardımcı olunmalıdır. Bütün güçlüklerin ortaya çıkartılması gerekli olduğu için, yöneticinin önce tarafları ayrı ayrı dinlemesi yararlıdır.
Sorun çözmek için bir araya gelen gruplarda, DAADİ becerileri grubun uyumlu çalışması için yararlıdır. Yöneticinin çalışma sırasında bu becerileri öğretmesi, uzun dönemde zamanın iyi kullanılmasını sağlar.
DAADİ süreci, küçük değişikliklerle, sorunların grup halinde çözülmesi konusunda da bir çerçeve işlevi görebilir. Yöneticinin bu andaki konumu açık olmalıdır
.

Sarı Zeybek Atatürk’ün Son 300 Günü

Kitabın Adı: Sarı Zeybek Atatürk’ün Son 300 Günü
Kitabın Yazarı :Can DÜNDAR
Yayınevi ve Adresi Milliyet Yayın A.Ş. Doğan Maedya Center 34554 Bağcılar İSTANBUL
Basım Yılı 1994
KİTABIN ÖZETİ
Bu kitapta Atatürk’ün fazla bilinmeyen yönlerine ışık tutmak amacıyla, onun son 300 gününe tanıklık etmiş kişilerin yazdıkları ya da anlattıklarından faydalanılmıştır. Atatürk’ün hayatından alınan bu küçük kesitler birleştirildiğinde, büyük bir devlet adamlığının ve insanlık erdemlerinin pek çok unsurunu üzerinde taşıyan, oldukça ilginç ve sevimli bir portre ortaya çıkmaktadır.
Atatürk’ün kabına sığmayan mizacı, hastalığında kendisine getirilen müeyyidelerde belirginleşmektedir. Doktorlar sigarayı günde 10 adet ile sınırlamaktadır. Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın anlattığına göre, Atatürk bir yolunu bulup istediği kadar sigara ve kahve içmeye devam etmiştir (Sayfa: 15-16) .
Falih Rıfkı Atay, Cumhuriyet’in 10ncu yılını kutlamaya hazırlandıkları günlerde, onca iş ve yoğunlukta bile sıkılan ve yalnızlık duyan Atatürk için şu sözleri sarf eder: “Çankaya Köşk’ünde yapacak bir iş bulamadığı için iç sıkıntısına tutulduğu vakit, kendisini cangıldan alınarak kafese konmuş bir aslana benzetirdim” (Sayfa: 20). Atatürk’ün yalnızlıktan kurtuluş yöntemi de oldukça ilginçtir. Saraydan gizlice kaçarak, Boğazda bir Rum meyhanesinde balıkçılarla kol kola horon tepmektedir. Korumalar geldiğinde ise “yakalandık” diye söylenmesi onun hoş çocuksu duygularını açığa çıkarmaktadır (Sayfa:22).
Dündar’ın verdiği örneklere göre Atatürk için sofra, “Bilgeler Meclisi” ya da “Danışma Kuruluydu.” Masanın yanında her zaman yazı tahtası bulundurmakta, daima yüksek şahsiyetlere danışma ve bilgilenme amaçlı yemek vermektedir. Ayrıca, F. Rıfkı Atay’ın anlattığına göre bir vazifede kullanacağı adamları hiç söylemeksizin, hissettirmeksizin, sofrada uygun anlarda türlü yönlerden yoklamaktadır (Sayfa:24). Ayrıca içki aldıktan sonra hafızasının zayıfladığına pek rastlanılmadığı da anlatılmaktadır.
Atatürk’ün vücutça ve kafaca güçlülüğü, 10 ncu yıl nutkunu yazdırırken kaç gece sabahladığı ve o dimdik ayaktayken, metni dikte ettirdiği gençlerin nasıl uyku için nöbet değiştirdikleri, örnek verilerek vurgulanmıştır (Sayfa:24). Ayrıca, oldukça hasta olmasına rağmen yatağında Güneş Dil Teorisi üzerinde çalıştığı da anlatılmıştır (Sayfa: 37).
Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olmasından sonra sorumlu devlet adamı olarak hükümete ince bir strateji ile yol göstermesi de oldukça ilginçtir. Asım Us takma adını kullanarak hükümeti eleştiren yazar, gerçekte, Mustafa Kemal Atatürk’tür (Sayfa:27).
Atatürk’ün insani yönüne ve engin hayat felsefesine güzel bir örnek de İsmet İnönü ile aralarının açılması ve İnönü’nün Başvekillikten ayrılmasından sonra Genel Sekreterine verdiği şu öğütlerde bulunabilir: ” Biliyorsun, bizde, bilhassa politikacılar arasında kökleşmiş, çok kötü bir itiyad mevcuttur. Bir adam makamdan çekildi mi derhal etrafı boşalır, en yakını gibi görünen kimseler tarafından dahi terk edilir. Bu sefer arkadaşlar bunun tersini yapmalı. Bu sakim itiyadı, medeni insanlara yakışan hareketleriyle fiilen ortadan kaldırmak yoluna gitmelidirler … İşte bunu sağlamaya çalışmalıyız” (Sayfa:34).
Atatürk’ün Türk müziği hakkında söyledikleri bütün Türk halkının duygularına tercüman olmaktadır: “Biz bir Türk bestesini dinlediğimiz zaman, ondan, geçmişin uyanma bırakması lazım gelen hikayesini, kalbimize giren oklar gibi duymak isteriz. Acı olsun, tatlı olsun biz bir beste dinlerken farkında olmaksızın hislerimizin inceldiğini duymak isteriz” (Sayfa:41).
Atatürk’ün şövalye ruhu Tanburi Selahattin’in verdiği tanburu çalarken tellerden birinin kopması üzerine “İnsan bilmediği işe burnunu sokmamalı” davranışında da kendini göstermektedir. Aynı gün şık elbiseleri ile bir baloya katılmış ve kendisine takdim edilen bayanları nazikçe selamlamıştır . Akabinde bir vals başlayınca 18 yaşında bir genç çevikliği ile piste çıktığı görülmüştür (Sayfa:55 ). Daha sonra, orkestraya “Sarı Zeybek” çalmalarını söyleyerek, dizlerini yere vura vura, Aydın efelerine taş çıkartırcasına oynaması, izleyicileri büyülemiştir (Sayfa:57). Üstelik, O bunları yaparak etrafa neşe saçarken, oldukça hasta ve acılar içindedir. Atatürk’e karaciğerinin hasta olduğu teşhisi konduğu gece Melek Tokgöz’ün konserine gitmiştir (Sayfa: 67).
Hastalığının tedavisi için yabancı doktorların davetini” Ortada Hatay meselesi var. Hastalığım duyulursa fena olur” diyerek, memleket meselelerini şahsi menfaatlerden de öte, canından üstün tuttuğunu göstermiştir (Sayfa: 63). Durum daha da ciddileşip hastalığı saklanamaz hale geldiğinde ve dedikoduların arttığı bir dönemde, dimdik ayakta olduğu mesajını vermek için Mersin’de 19 Mayıs kutlamalarına katılmaya karar vererek, Fransız sefirine şöyle kükremiştir: “Milletime söz verdim; Hatay’ı alacağım. Namusum üzerine söylüyorum ki, o Türk toprağını Fransızlara bırakmayacağım. Sözümü yerine getirmezsem milletimin huzuruna çıkamam, yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim yenilmem; yenilirsem bir dakika yaşayamam” (Sayfa:72). Atatürk, Hatay için canını ortaya koymuştur ve şimdi canı tehlikededir. Hatay O’nun davasıdır ve sonunda davayı da kazanmıştır, ama, kendisini bu yola feda etmiştir (Sayfa:88).
Atatürk’ün insancıl yönü hasta yatağında yatarken yakın dostlarının rahatsızlanmasından duyduğu üzüntüde bir kez daha ortaya çıkmaktadır: “Celal Bey de hasta yatıyor. Fevzi Paşa’nın da şekeri var, O da hasta. Ne olacak bilmem?” (98). Onun hasta yatağında gördüğü kâbuslarını arkadaşlarına anlatması ıstırabının boyutlarının çok yüksek olduğunu göstermektedir (s.116).
Atatürk’ün metâneti ve gerçekler karşısındaki soğukkanlılığı genel sekreterine ölmeden önce bilinçli ve son derece dikkatli yazdırdığı vasiyetnamesinde de kendini göstermektedir. Vasiyetinin ilgi çekici yönlerinden birisi banka gelirlerinin bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarına bırakmasıdır. Ayrıca, vasiyete göre İsmet İnönü’nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç oldukları yardım yapılacaktır. Böylece son görevini de yapmıştır (Sayfa: 109).
Ölüm döşeğinde yatarken Celal Bayar hükümetin projelerini arz etmektedir. A. İnan odaya girerek Atatürk’ün yorulduğunu söyler. Ancak, Atatürk, “Gel sen de dinle. Çok mühim ve güzel şeyler anlatılıyor. Bunlar insanı yormaz, insana can verir… Rica ederim, devam.. ” demiştir. Kendisini son nefesine kadar ulusuna adayan Atatürk’ün teşhisleri de son derece önemli ve tutarlıdır:” Bizim bu işleri başarmamız için önümüzde en çok üç yıl mühletimiz vardır. Demem ki ondan evvel fırtına kopmaz” (Sayfa:120). Henüz hükümette böyle bir görüş olmadığı belirtilmiştir. Harp tam da onun öngördüğü gibi bir yıl sonra patlamış, ama, artık o hayatta değildir.
Yatağının baş ucunda bir tablo asılıdır. Tabloda kır çiçekleri ile bezeli yemyeşil bir yamaç alabildiğine uzanmaktadır; bu yamacı çiçek açmış meyve ağaçları süslüyor, arka alanda ise nefis bir göl ve heybetli, karlı dağlar manzarayı tamamlamaktadır. Tablonun adı “4 mevsim” dir. Atatürk bu tabloya baktığında memleketin dört köşesini gördüğünü belirtmiştir (Sayfa:127).
29 Ekim kutlamaları oldukça dramatik ve etkileyici olaylara sahne olmuştur: “29 Ekim törenlerinden dönen Kuleli Askeri Lisesi öğrencilerini taşıyan vapur Dolmabahçe önünden geçiyordu. Öğrenciler vapurdan “Atamızı görmek istiyoruz” diye bağırdılar. Ardından da İstiklal Marşı’nı ve 10. Yıl Marşını söylemeye başladılar. “Çıktık açık alınla/ 10 yılda her savaştan” dizeleri Dolmabahçe’nin hüzünlü duvarlarında çınladı.” Can Dündar son sahneyi şu yorumla aktarıyor: “Yanındakiler, son düşmanı olan ölümle savaşan bu kudretli adamın ilk kez o gün ağladığını gördüler” (Sayfa:141).
Kitabın son paragrafı da Atatürk’ün ölümünün ardından ona olan sevginin derecesini ifade etmek açısından önemlidir: Atatürk’ün yaveri bu acıya katlanamamış ve tabancasından kalbine sıktığı bir kurşunla hayatına son vermiştir (Sayfa:155).

Sonsuzluğun Mesajı

Kitabın Adı :Sonsuzluğun Mesajı
Kitabın Yazarı: Marlo MORGAN
Yayınevi ve Adresi Dharma Yayınları, İstanbulBasım Yılı 2000
KİTABIN ÖZETİ
Aborijin ikiz kardeşler olan Beatrice ve Geoff’un hüzünlü hayat hikayelerinin kurgulandığı kitap, aslında aborijinlerin köklerinden koparılmalarını ve kendi kültürlerinden uzaklaştırılmalarını tarihsel bir süreç içerisinde yansıtmaktadır.
Beatrice ve Geoff daha doğmadan, babaları beyazlar tarafından öldürülmüş, anneleri ise diğer bir çok kabile üyesi gibi bir misyonda alıkonulmuştur. Doğumdan hemen sonra bebekler annelerinden alınmış ve kız olanı Katolik Öksüzler Yurdu’na, erkek olanı ise Misyoner bir ailenin yanına verilmişti.
Farklı yönlere giden, farklı hayatlar süren ve nereden geldiklerini bilmeyen bu iki kardeşin bir başka ortak yönü de hayatlarının acı ve hüzünle dolu geçecek olması ve hep bir kimlik arayışı içinde olacak olmalarıdır. Hayatları bir anlamda hep bir paralellik içinde geçecek ve birbirlerini bulmaları uzun yıllar alacaktır.
Katolik Yetimhanesi’nin katı kuralları içinde büyütülen Beatrice, yaşıtlarından çok daha zeki, iç güdüleri kuvvetli, okumayı çok seven, iyi bir gözlemci ve en önemlisi de insanları uzlaştırıcı yönü çok kuvvetli olan bir kişiliğe sahiptir. Ancak, bu özellikleri yetimhanedekiler tarafından hiç keşfedilmemiş ve bu nedenle hiç yönlendirilmemiştir. Katı kurallara en ufak bir şekilde uyulmamasının dahi sert şekilde cezalandırıldığı yetimhanede, sevgiden uzak büyüyen Beatrice 9 yaşında kısırlaştırılır, tacize uğrar, en yakın arkadaşı gözlerinin önünde boğulur. Yetimhanede onlara sadece bir takım ev işlerinin nasıl yapılacağı ve okuma-yazma öğretilir. Yerliler aptal ve tembel olarak görüldüklerinden, bu kadarının onlara yeteceğine inanılmaktadır.
Kurallara göre 16 yaşına gelenlerin yetimhaneden uzaklaştırılmaları gerektiğinden, Beatrice bundan sonra bir pansiyonda ortalık işlerine bakar. Bir yılı hiç para almadan olmak üzere iki yıl burada çalışır. Bu süre içinde dış dünyayı ve kendi ırkını tanımaya çalışır. Bulduğu her şeyi okumaya devam eder. Çıkan bir yangın sonucu işini kaybeden Beatrice, Kuzey’e kendi ırkını aramaya gider. Bu yolculuğu yaparken tecavüze uğrar. Ardından, yine bir otelde iş ve yeni dostlar bulur. En sonunda çölde yaşayan kendi ırkından “gerçek insanlarla” karşılaşır. Onlarla çölde yaptığı yolculukta kendi ırkının kültürünü ve yaşam felsefesini öğrenir. Kendileriyle ve çevreleri ile barış içinde yaşayan bu insanlar, Beatrice’e aborijin bilgeliğini öğretirler. Beatrice’in çöldeki bu yolculuğu 34 yıl sürer ve gelişen bir takım olaylar sonucu, bir gün modern dünyaya dönmesi gerektiğine karar verir.
Geoff ise 6 yaşına kadar bir papaz ailesinin yanında her türlü sıcaklık ve sevgiden uzak bir ortamda büyür. O da çok iyi bir gözlemcidir ve çok iyi resimler yapmaktadır. Ancak bunu bir başka hizmetçi dışında kimse fark etmez. Amerikalı bir aileye evlatlık olarak verilen Geoff bundan sonraki yaşamını Amerika’da geçirir. Bu ailenin daha sonra iki çocuğu olur. Ancak Geoff ne bu aile ne de toplum tarafından asla bu ailenin bir parçası olarak görülmez. Kendi ırkından hiç kimse ile karşılaşmayan Geoff da sürekli arayış içerisindedir. Kendisine hep ilkel bir kültürden geldiği öğretilmiştir. Zamanla okulda da başarısız olmaya başlar. Hiç arkadaş edinemez. 16 yaşında evden kaçar. Alkol, depresyon ve uyuşturucu sonucunda hiç anlamadığı bir şekilde cinayetle suçlanır ve müebbet hapse mahkum olur. Önceleri hapishanede ezilse de zamanla kendini korumayı öğrenir ancak yine de yalnızdır. Hapishanede bulunduğu yıllar boyunca aborijin kültürünü öğrenmeye çalışır, kitap okur ve resim yeteneğini geliştirerek diğer mahkumlara ders verir ve resimlerinin sergilenmesinden para kazanır. Ancak onu arayan yada onun arayabileceği hiç bir yakını yoktur.
Yeniden modern yaşama dönen Beatrice aboriginlerin yaşam koşullarının geliştirilmesi için çalışırken, bir Amerikan hapishanesinde bulunan aborijin bir tutuklu ile mektuplaşmaya başlar. Kardeş olduklarını bilmeyen ve bunu hiç öğrenemeyecek bu iki insan için bu durum yaşamlarında yeni bir sayfa açacaktır.

21 nci Yüzyıl İçin Yönetim Tartışmaları

Kitabın Adı :21nci Yüzyıl İçin Yönetim Tartışmaları
Kitabın Yazarı :Peter F. DRUCKER
Yayınevi ve Adresi :Epsilon Yayıncılık Hizmetleri Tic.San. Ltd.Şti. Osmanlı Sk. 24/4 80090 TAKSİM/İSTANBULBasım Yılı 1999
KİTABIN ÖZETİ
Bir fikir eseri olan kitap, 210 sayfadır. Kitapta; 1900′lü yıllardan bugüne kadar bilimsel olarak incelenmeye başlanan “Yönetim” olgusu ile ilgili kavram ve teorilerin değişikliğe uğrayıp uğramadığı tartışılmaktadır.
Günümüze kadar “Yönetim” kavramı birçok farklı açıdan incelenmiş ve formüle edilmiştir. Tarihi süreç içinde yirminci yüzyılın başlarında ilk önce klasik yönetim anlayışı geliştirilmiş, daha sonra bunu Neo-klasik anlayışın ortaya çıkışı takip etmiştir. Klasik anlayışa göre, insan sürecin bir parçasıdır ve makinelerden farksızdır. Bu anlayışa karşı toplumsal tepkiler oluşmaya başlayınca sadece insan ihtiyaçlarını tatmin etmeyi esas alan Neo-klasik anlayış, sosyolog ve psikologlar tarafından ortaya atılmıştır. Daha sonra önceki iki anlayışın sentezi ve biraz da geliştirilmiş şekli olan modern yaklaşım çerçevesinde “Sistem” ve “Durumsallık” Yaklaşımları gündeme gelmiştir.
Kısaca organizasyonlar için genel değil, özel reçetelerin hazırlanması gerektiğini savunan modern yaklaşımı da, modern sonrası çağdaş kavram ve yaklaşımlar takip etmiştir. Yalnız bu çağdaş kavram ve yaklaşımlar önceki teoriler kadar genel kabul görmeyip bölgesel uygulamalar düzeyinde kaldığından henüz tam şekillenmemiştir denilebilir. İşte bu noktadan itibaren yönetim anlayışının gelecekte nasıl şekilleneceğini tahmin etmenin gereği gündeme gelmektedir.
Kitabın yazarı, bu kitapta yönetim olgusunun gelecekte takip edeceği yönü kestirmek üzere, geçmiş eğilimleri de dikkate alarak, konuyu altı ayrı başlık altında irdelemiştir.
Birinci bölümde yönetim konusunda şu ana kadar oluşmuş paradigmalar hakkındaki tespitlerini kaleme almıştır. Yazarın oluştuğunu düşündüğü paradigmalar arasında; yönetim olgusuna ilişkin varsayımların önemi, yönetimin sadece işletme yönetimi olarak algılanması, tek doğru organizasyon yapısını bulma çabaları, organizasyon içerisinde insanı yönetmenin tek doğru yolunu bulma gayretleri, teknoloji onun son kullanıcılarının sabitliğine ilişkin kabuller, yönetimin faaliyet alanının hukuki olarak ve politik açıdan belirlenmiş olması ile yönetimin ilgi alanına ilişkin kabuller yer almaktadır. Bu bölümde, önceki cümlede adı geçen paradigmalar yazar tarafından birer birer ele alınmış ve tartışılmıştır. Sonuç olarak, paradigmaların yanıtları verilmek yerine kasıtlı olarak sorular ortaya atılmıştır. Nedeni ise şu şekilde açıklanmıştır: “Modern toplumun ve ekonominin merkezi ne teknoloji, ne bilgi, ne de verimliliktir. Bu, sonuç üretmek amacıyla var olan ve toplumun bir organı olan yönetilen kurumdur. Yönetim, kurumların sonuca götürülmesinde kullanılabilecek çok önemli bir araçtır, işlevdir ve alettir. Bu nedenledir ki; nihai bir yönetim paradigmasına ihtiyaç vardır. Kurumun performansını ve sonuçlarını, kurum içinde ve dışında, kurumun kontrolünde ve kontrolü dışında etkileyen her şey yönetimin ilgi ve sorumluluğu dahilindedir.
İkinci bölümde; organizasyonları yeni stratejiler geliştirmeye iten nedenler ele alınmış ve incelenmiştir. Bunlar arasında; düşmeye başlayan doğum oranı, kullanılabilir gelir dağılımı, performansın tanımı ile ilgili yargı değişiklikleri, mevcut büyüme endüstrileri, küresel rekabet, ekonomik gerçekler ile politik gerçekler arasında artan uyuşmazlıklar sıralanmıştır. Sonuç olarak; bu sorulara cevap bulunduktan sonra stratejiler belirlenmelidir. Yapısal, ekonomik, sosyal, politik ve teknolojik dönüşümden kaynaklanan büyük değişimin yaşandığı günümüzde, mücadelede başarılı olamayan kurumlar piyasada tutunamayacaklardır.
Üçüncü bölümde; değişim liderliğinden bahsedilmektedir. Yazara göre değişimi kimse yönetemez, ancak değişimde uygulamaya konulacak politikalar üretilebilir. Bu politikaların amacı, sürekli iyileştirme olmalıdır. Başarıdan yararlanan kurumların değişimi yaratabileceği ifade edilmektedir. Bu arada, kurumların kaçınması gereken davranışlar da sıralanmıştır. Değişimin ancak, sürekli olursa kuruma yarar sağlayabileceği belirtilmiştir. Geleceğe yön vermek için değişime öncü olmak gerektiği vurgulanmıştır.
Dördüncü bölümde; enformasyon/bilgi tartışmalarının yapıldığını görmekteyiz. Yeni bilgi devriminden ve bilgi teknolojisinde teknolojiden bilgiye uzanan ilişki araştırılmaktadır. Ayrıca teknoloji uzmanları için tarihten alınması gereken bazı dersler dile getirilmiştir. Kurumların ve yöneticilerinin ne kadar bilgiye ihtiyaç duydukları tartışıldıktan sonra bilginin yönetilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bilgi çokluğundan doğacak karmaşanın önüne geçmek için bilginin düzenlenmesi gerektiğine işaret edilmiştir. Bilgi ile beraber artık dışarı açılmanın kaçınılmaz olduğu ifade edilerek bölüm tamamlanmıştır.
Beşinci bölümde, bilgi işçisinin verimliliği konusu tartışılmıştır. Artık emek yoğun işgücünden bilgi yoğun işgücü devrine geçilmiştir. Yönetim olgusuna ilişkin ilk teoriler ortaya atılırken amaç; el işçisinin verimliliğini artırmaktı. Bunun için ilkeler geliştirildi ve el işçisinin gelecek dönemlerde de verimliliğini sağlamak için alınacak tedbirler belirlenmiştir. Şimdi bilgi işçisinin verimliliğine ilişkin verilerin, ilkelerin belirlenmesi zamanı… İşte bu bölümde bilgi işçilerinin verimliliğini artırmak için alınabilecek tedbirler tartışılmıştır. 21nci yüzyılda kurumların en değerli varlığının bilgi işçileri ve onların verimlilikleri olacağı ifade edilerek bölüm tamamlanmıştır.
Altıncı ve son bölümde ise; 21nci yüzyılda kurumlar için başarının sırrı olacak insan faktörü derinlemesine ele alınmıştır. Yazar, bilgi işçisi ve onların, yöneticinin yerine kendilerini koyduktan sonra her bireyin neler yapması gerektiğini incelemiştir. Herkesin kendisini nasıl yöneteceğini irdelerken, öncelikle bireyin güçlü yanlarının neler olduğunu belirlemesi gerektiğini vurgulamıştır. Daha sonra bireysel performansımıza ilişkin gerçekçi tespitler yapmamız gerektiği ifade edilmiştir. Bireyin, kendisinin nereye ait olduğunu sorgulamasının arkasından ait olduğu kuruma ne kadar katkı sağladığını düşünmesini tavsiye etmektedir. Uzun süre hizmet eden birisinin çalışma hayatında genç ve fikren canlı kalmayı öğrenmesi gerektiğine işaret etmektedir. Yazar, gelecekte insanların yapmakta olduklarını nasıl ve ne zaman değiştireceklerini; bunu nasıl ve ne zaman yapacaklarını öğrenmek zorunda kalacaklarını ifade ederek altıncı bölümü tamamlamaktadır.
Sonuç olarak; kitap gelecekten söz etmektedir. Kitapta anlatılan sorunlar, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin tümünde değişik dozlarda yaşanmaktadır. Yazara göre bu sorunları belirlemek, analiz etmek ve bunlara çözüm bulmak mümkündür. Bazı organizasyon ve yöneticilerin bu işi profesyonelce yaptığından bahsetmektedir. Bu kurumların/yöneticilerin kendilerini geleceğin mücadelesine hazırladıkları için gelecekte lider olacaklarını ve geleceğe hükmedeceklerini ifade etmektedir. Durup bekleyenlerin ise geride kalmaya mahkum olacağını, belki de hayatta kalmayı bile başaramayacağını iddia etmektedir.

Yaprak Dökümü

Kitabın Adı: Yaprak Dökümü
Kitabın Yazarı :Reşat Nuri GÜNTEKİN
Yayınevi ve Adresi :İnkılâp ve Aka-İstanbulBasım Yılı 1983
KİTABIN ÖZETİ
Ali Rıza Bey, şair ruhlu, içine kapanık, kendi hâlinde dürüst bir insandır. Prensipleri kendi prensipleriyle bağdaşmayan insanlarla çalışmak istemediği için şirketteki memuriyetinden istifa eder; Üsküdar’daki evine çekilir. Ali Rıza Beyin, Şevket isminde bir oğlu ile Fikret, Neclâ, Leylâ ve Ayşe adında dört kızı vardır. Ali Rıza Bey, işten çıktığı sırada oğlu Şevket yüksek maaşla bir bankaya memur olur; evin bütün yükü onun üzerine biner. Şevket, babası gibi iyi yetişmiş, karakterli, namuslu bir gençtir. Ailesine de son derece bağlıdır. Babasının doğruluk ve namus uğruna işten istifa etmesini uygun bulur. Buna karşılık Ali Rıza Beyin hanımı Hayriye Hanım durumdan hiç memnun kalmaz.
Bir süre sonra Şevket, Ferhunde adında hafif meşrep bir kadınla evlenir. Eğlenceye düşkün olan bu kadın, birbirinden genç, güzel ve hareketli, asrî olmaya meraklı olan Neclâ ve Leylâ’nın da karakterini bozar. Bir eğlence ve moda düşkünlüğü başlar. Evde sık sık partiler düzenlenir. Evin büyük kızı Fikret, yengesi ve kardeşleriyle anlaşamadığı ve bu durumdan hiç memnun olmadığı için en az babası kadar üzgün ve kırgındır. Hayriye Hanım, sırf kızlarına koca bulmak ümidiyle evde her değişikliğe razı olur. Şevket de olanlardan memnun kalmamasına rağmen belki de karısının tesiriyle kendisini bu hevese kaptırmıştır…
Evde gün geçtikçe itibarı düşen Ali Rıza Bey tekrar işe girmeyi düşünürse de başaramaz. Eğlenceler ve toplantılar için lüzumsuz yere para harcanan evde maddî sıkıntılar başlar; kavgalar, türlü rezaletler ve sefalet birbirini takip eder. Ali Rıza Bey, çocuklarındaki bu korkunç değişiklikler karşısındaki hayret, şaşkınlık ve acı içinde kıvranmaktadır. Evdeki bu anormal havaya ayak uyduramayacağını anlayan Fikret Adapazarı’na yaşlı, dul bir adama gelin gider. Böylelikle aile ağacının yapraklarından biri düşer. Ali Rıza Bey, çirkin durumlardan kurtarmak için kızlarını evlendirmeyi düşünür; fakat dürüst ve namuslu damat adayı bulamaz. Bu arada Şevket masrafları karşılamak için bankadan borç alır; sonra ödeyemez, hapse atılır. Böylece, ikinci yaprak düşer. Kocası hapisteyken Ferhunde evden kaçar. Bu üçüncü yaprağın düşüşü olur. Karısının kaçtığı haberini hapishanede babasından alan Şevket üzülmez, hatta bir belâdan kurtulduğu için memnun olur.
Ferhunde’nin kaçışı ile elebaşlarını kaybeden Leylâ ve Neclâ bocalarlar. Evde hakimiyet yine Ali Rıza Beyin eline geçer; toplantılara ve eğlencelere son verilir. Bu monoton hayat kızlara pek sıkıcı gelir; sırf bu havadan kurtulmak için Neclâ bin bir türlü hayaller kurarak, kendisini zengin gösteren bir Suriyeli ile evlenir. Fakat Suriye’ye gidince orada kocasının birkaç karısının daha olduğunu görür. Kendisini kurtarması için babasına mektuplar yazar. Bu dördüncü yaprağın düşüşüdür. Bu arada Leylâ kötü yola sapar. Ali Rıza Bey, kızını evden kovar. Leylâ bir avukatın metresi olur. Bu beşinci yaprağın düşüşüdür. Bu olaydan sonra Ali Rıza Beye hafif bir inme iner. Onu yiyip bitiren asıl hastalık içindedir. Leylâ da gittikten sonra ev büsbütün ıssız kalır. Hayriye Hanım bütün güç ve kuvvetini kaybeder. Leylâ yüzünden kocasına sık sık sitemlerde bulunur. Bunun üzerine Ali Rıza Bey, Adapazarı’na, Fikret’in yanına gider. Fakat aradığı huzuru orada da bulamaz; kalabalık bir aile hayatı içinde âdeta bir cehennem hayatı yaşayan Fikret, bütün iyi niyetine rağmen babasını yanında barındıracak durumda değildir. Bunun üzerine Ali Rıza Bey İstanbul’a döner, hastalığı ilerlediği için eve uğramadan hastahaneye yatar. Babasının hastalık haberini alan Leylâ onu hastahaneden çıkarır, kendi evine götürür. Taksim’deki lüks apartman katında hep birlikte rahat yaşamaya başlarlar. Ara sıra yolda eski kahve arkadaşları ile göz göze gelmese Ali Rıza Bey büsbütün huzur içinde olacaktır.
Eserin konusu, gelir düzeyinin üzerinde bir yaşam sürdürmek isteyen bir ailenin dağılışıdır.
Yazar bu romanla okuyucuya; çılgın hayallerin, maddî israfların, gereksiz özentilerin hüküm sürdüğü bir ailede çöküntülerin başlayacağı mesajını verir.
Yaprak Dökümü, toplumsal gerçekleri ele aldığından basmakalıplıktan uzak, başarılı bir romandır. Bilindiği gibi, Tanzimat’tan sonra toplumumuzda bir batılılaşma hevesi başlamıştı. Batılılaşmak yanlış anlaşıldığından; yüzyıllarca süren millî gelenek ve göreneklerimizden, karakterimizden sıyrılma olarak kabul edildiğinden, bu, birçok ailede birtakım felâketlere sebep olmuştur. Bugün bile içinde bulunduğumuz güç durumların esas sebebi budur. Birtakım toplumsal pürüzlere, karakter boşluklarına ışık tutması bakımından Yaprak Dökümü gerçekçi ve orijinal bir romandır.

Yaşam Boyu Kahkaha

Kitabın Adı :Yaşam Boyu Kahkaha
Kitabın Yazarı :Patch ADAMS / Çevıren : Nil GÜN
Yayınevi ve Adresi Kuraldışı Yayıncılık Sınan Ercan Cad. No:34-37 Erenköy / İSTANBULBasım Yılı 1999
KİTABIN ÖZETİ
Günümüzde birçok ülkede tıp, sağlık hizmeti olmaktan çıkarak bir iş sektörü haline dönüşmüştür. Ancak bu sektör artık kendisini tükenmiş hissetmekte, çalışanları ise doktor-hasta ilişkisinde sevgiye yer vermemektedir. Buna açıklama olarak tıp dünyasında çalışan insanlara daha eğitim aşamasındayken doktor-hasta ilişkisinde profesyonel mesafenin öneminin vurgulanmasını, tıbbın bir bilim olduğu ve duygulara yer verilmemesi gerektiği düşüncesinin aşılanmasını gösterebiliriz. Doktorlar hastalarına yüzeysel bilgiler ile teşhis koymakta, onların yaşantılarını yani aile, iş ve sosyal çevredeki kişiliklerini incelememektedirler.
Tıbbın bir iş sektörü haline dönüşmesi birçok problemi de beraberinde getirmektedir. En pahalı sektörlerden olan tıp, bu yönüyle doktor ve diğer sağlık personelinin kendilerine olan güvenini azaltmakta ve buna bağlı olarak da doktor hatası sigortası adı altında bir sigorta gündeme getirmektedir. Bu sigortanın amacı, meydana gelebilecek doktor hataları ve yanlış tedaviler karşısında yüksek tazminatlara karşı bir garantidir. Bu sigorta meslek hazzını yok eden ve maliyetlerin artmasına neden olan bir uygulamadır. Doktorlar, hataları en aza indirgemek için mümkün olduğunca testlere, tahlillere ve filmlere başvurmaktadırlar. Bu da rekabet ortamı yaratılmasına neden olmaktadır.
Sonunda bu sorunlarla boğuşan Tıp Bilimi’nin yardımına Gesundheıt Enstitüsü yetişmiştir. Gesundheıt Enstitüsü Kurucuları, kâr merkezli bir sistem yerine hizmet merkezli bir sistem kurulmasını kendilerine amaç edinmişlerdir. Bu sistemde hedef, hasta bakımı değil sağlık bakımı ve koruyucu tıptır. Bu enstitü gönüllüleri öncelikle terapinin iyileşme üzerindeki etkilerine inanmaktadır ve ” Biz hastalarımızın sevecen, empatik, duyarlı arkadaşları ve iyileştiricileriyiz, kerametimiz araçlarımızda değil yaklaşımımızdadır” tezini savunmaktadırlar.
Tıp, bilimin efendisi olmaya başladıkça sevgi, inanç, kahkaha gibi unsurlar hep geri planda kalmıştır. Oysa, Hipokrat’tan beri espri ve kahkahanın, sağlığın temel kaynağı olduğu kabul edilmiştir. İnsanlar kahkahaya, temel amino asit gibi ihtiyaç duyarlar. Araştırmalar, kahkahanın bedenin doğal kimyası ile kalp ve solunum sistemi üzerindeki pozitif etkilerini kanıtlamıştır. Ayrıca kahkahanın kas gevşetici özelliği bulunmakta ve içten bir kahkahanın kasların gevşemesinde kırkbeş dakika etkili olduğu bilinmektedir.
Gesundheıt Enstitüsüne göre sağlık; kucaklaşabilmek, gülebilmek, aile ve dost ortamından haz duyabilmek, işimizden doyum alabilmek, doğanın ve sanatın tadını alabilmektir. İyileştirmek ise; ilaç reçetesi yazmak ve tıbbi terapiler uygulamakla sınırlı olmayıp, neşe ve uyum içinde birlikte çalışmayı ve paylaşmayı da kapsamalıdır.
Gesundheit Enstitüsü, tıbbi bakımı sanat, çiftçilik, tiyatro, eğitim, doğa, eğlence, dostluk ve neşeyle birleştiren bir sağlık merkezidir. Burada tedavi olan hastalar aktivitelere aileleriyle birlikte katılabilirler. Bu aktivitelere bu çiftlikteki sebze-meyve toplama, toplu doğa yürüyüşleri, balık tutma, partiler düzenleme, yemek pişirme, bulaşık yıkama, diğer hastalara yardımcı olma, tiyatro gösterileri gibi faaliyetler de dahildir.
Bu tür faaliyetlerin amacı, hastanın sosyal çevredeki yaşamını incelemek, rahatsızlığının yanı sıra ruh sağlığını da göz önünde bulundurmaktır. Zaman içinde bu tür hastalarla ve bu düşünce tarzına sahip bir enstitüde çalışmak, hastalar kadar doktorlar ve iyileştiriciler içinde aranılan bir ortam olmuştur. Burada görev yapanların yaptıkları işten haz almalarından dolayı görevlerine bağlılıkları artmaktadır.
Yazara göre sağlık sistemini iyileştirmek, değişik bir davranış ve yönetim tarzı uygulanması için ihtiyaç duyulan şey, Gesundheit Enstitüsünde olduğu gibi hem hastaları hem de doktorları heyecanlandıracak, rahatlatacak çözümler bulmak ve tıbbı bir iş sektörü olmaktan çıkararak insanlığın hizmetine sunmaktır.

Yüzbaşının Kızı

Kitabın Adı :Yüzbaşının Kızı
Kitabın Yazarı :Aleksandr PUŞKİN
Yayınevi ve Adresi İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbulBasım Yılı 2001
KİTABIN ÖZETİ
Eserde anlatılan olaylar Rusya’da, 1700′lü yıllarda Çariçe döneminde geçmektedir. Rus ordusundan kıdemli binbaşı rütbesinde emekli olan Andrey Petroviç Grinyov, Avdotya Vasilyevna ile evlidir. Simbirsk’in köyünde oturan varlıklı bir ailedir. Doğan çocuklarının sekizi, daha bebekken ölürler. Doğacak dokuzuncu çocuklarını, daha kız veya erkek olacağı belli olmadan, aile dostlarından bir binbaşının yardımıyla Semenovski Alayına çavuş olarak yazdırırlar. Çocuk eğer kız doğacak olursa, çavuşun öldüğü bildirilecek ve iş de böylece kapatılacaktır.

Çocuklarının erkek olması Grinyov ailesini sevindirir. Adını Pyotr Andreyiç koyarlar. Savelyiç adlı yaşlı hizmetkâr lala olarak görevlendirilir. İleriki yaşına doğru eğitimi için Monsieur Beaupre adında bir Fransız öğretmen tutulur. Pyotr Andreyiç, bir süre öğretmeninden Fransızca, Almanca ve diğer bilimlerle ilgili dersler alır; kılıç kullanmayı öğrenir.
On yedi yaşına gelince, babası, onun iyi bir subay olarak yetişmesi için, doğmadan önce çavuş olarak yazdırdığı muhafız birliğine değil, daha uzakta ve zaman zaman çatışmalara giren Orenburg’taki bir eski dostunun birliğine gönderir. Oğluna, dostuna verilmek üzere bir mektup verir ve hizmetinde bulunması, koruması için lalası Savelyiç’i de yanına katar.
Pyotr Andreyiç ile Savelyiç önce Simbirsk’e varırlar. Burada, gerekli malzemeleri almak için bir gün konaklarlar. Savelyiç malzeme alımıyla uğraşırken handa yalnız kalan Pyotr Andreyiç, İvan İvanoviç Zurin adında bir subayla tanışır. Bu subay içkiye ve kumara düşkündür. Pyotr Andreyiç, ondan bilardo oynamasını öğrenir. Zurin’le parasına bilardo oynar ve yüz ruble kaybeder. Kasadarı Savelyiç’e bu parayı ödettirir. Ertesi günü bir at arabasıyla yola düşerler.
Yolda hava bozmaya başlar. Arabacı, hana geri dönmeyi teklif etse de kabul ettiremez. Bir süre sonra tipi bastırır, her taraf karla kaplanır. Ne yol, ne iz bellidir. Hiç değilse sığınacak bir ev ya da bir yol izi görme umuduyla dört bir yana bakınırken bir karartı göze çarpar. Arabacıya gördüğü karartıya doğru gitmesini emreder. Karartı da kendilerine doğru gelmekte olduğundan kavuşmaları uzun sürmez. Bu bir yolcudur. Konuşmalarından yolcunun bu çevreyi iyi bildiği anlaşılır. Kılavuzluk etmesi için arabaya alınır ve yola devam edilir. Bir hana ulaşırlar. Orada fırtınanın geçmesini beklerler. Kendilerine kılavuzluk ettiği için yolcuya handa şarap ısmarlar. Ertesi günü hancıya hesabı ödeyip ayrılırken kılavuza elli kapik bahşiş vermesini söyler Savelyiç’e. Bir çapulçuya bu kadar para vermenin anlamsız olduğuna inan Savelyiç’i razı edemez. Pyotr Andreyiç, kılavuzun hizmetini karşılıksız bırakmak istemez. Tavşan kürklü gocuğunu, hizmetkârın itirazlarına rağmen, ona verir. Bu sırada arabacı da yola çıkmak için hazırlıklarını tamamlamıştır, hemen yola çıkarlar.
Orenburg’a varınca, doğru Andrey Karloviç adlı generale çıkar. Babasının yazdığı mektubu ona verir. General mektubu okur ve mektupta yazılanların yerine getirileceğini söyler. Ertesi gün atanma emriyle birlikte, subay alayına katılması için onu Belegorski kalesindeki Yüzbaşı Mironov’un komutasındaki birliğe gönderir. Generale göre, Mironov, iyi dürüst bir subaydır. Orada Pyotr Andreyiç gerekli eğitimi alacak ve disipline alışacaktır.Belegorski, Kırgız bozkırlarının sınırında ıssız bir kaledir. Orenburg’dan “kırk verst” ötededir. Surlar, kuleler ve toprak bir tabya görmeyi umarken karşılarına kütüklerden yapılma bir çitle çevrili küçük bir köy çıkar. Kalenin girişinde dökme demirden, eski bir top durmaktadır. Dar, eğri büğrü sokaklardan, üzeri samanla örtülü basık kulübelerin arasından geçerek Yüzbaşının konutuna varırlar. Onları Yüzbaşının karısı Vasilisa Yegorovna karşılar. Ona, bu kaleye atandığını, Yüzbaşıyı görmeye geldiğini bildirir. Yüzbaşı İvan Kuzmiç, Papaz Gerasim’e misafirliğe gitmiştir. Yüzbaşının karısı, Çavuş Maksimiç’i çağırtır. Gelince ona Pyotr Andreyiç’in kalacağı eve götürmesini emreder. Burası tahta perdeyle ikiye ayrılmış, oldukça temiz bir odadır. Savelyiç, eşyalarını hemen yerleştirir.
Ertesi sabah tam giyinmek üzereyken kısa boylu, esmer, genç bir subay içeri girer. Fransızca olarak, insan yüzü görmeyi özlediği için geldiğini söyler. Bu subay, düello nedeniyle muhafız birliğinden çıkarılan Şvabrin’dir. Bu sırada kapıya gelen asker, Vasilisa Yegorovna’nın kendisini yemeğe çağırdığını bildirir. Şvabrin de kendisiyle birlikte gelir. Yaşlı, uzun boylu, dinç bir adam olan Yüzbaşıyı, başında takke, sırtında bej renkli, pamuklu bir gecelik entariyle safta toplanmış yirmi kadar askeri eğitirken görürler. Yüzbaşı, yanlarına yaklaşıp dostça birkaç söz söyleyip eğitim yaptırmaya döner. Yüzbaşının evine gelirler, hizmetçi kız Palaşka sofrayı kurmaktadır. Tam bu sırada Yüzbaşının on sekiz yaşlarında, toparlak yüzlü, pembe yanaklı, açık kumral saçlı kızı Marya İvanovna içeri girer. Şvabrin, Yüzbaşının kızının tam bir aptal olduğunu kendisine söylediği için ilk görüşte ondan pek hoşlanmaz. Sofrada, Yüzbaşının karısı, annesinin, babasının sağ olup olmadığını, nerede oturduklarını, ekonomik durumlarının nasıl olduğunu sorar. Pyotr Andreyiç’in zengin bir aileden geldiğini öğrenen Yüzbaşının karısı, derin bir iç çeker. Burada kıt kanaat geçinmeye razı olduğunu; ancak evlenme yaşına gelmiş kızlarına çeyiz olarak verecekleri hiçbir şeylerinin olmamasının kendilerini üzdüğünü, karşılarına çıkacak iyi bir adamla kızlarını hemen evlendirmek istediklerini söyler.
Aradan birkaç hafta geçer. Pyotr Andreyiç, Marya’yı sevmeye başlar. Edebiyatla da uğraştığı için, ona aşk şiirleri yazar. Yazdığı birkaç şiiri arkadaşı Şvabrin’e gösterir. Şvabrin, okuduğu şiirleri acımasızca eleştirir. Bu eleştiri, şiirlerin kötülüğünden değil, Marya’ya kendisinin de âşık olmasındandır. Hatta, Marya, onun iki ay önceki evlenme teklifini reddetmiştir. Şvabrin’in, Marya ile ilgili atıp tutmaları Pyotr Andreyiç’i çok kızdırır. Şvabrin’i alçak ve şerefsiz olmakla suçlar. Şvabrin, Pyotr Andreyiç’i düelloya davet eder. O da kabul eder. Pyotr Andreyiç, kavganın şahitliği için Üsteğmen İvan İgnatyiç’ten yardım ister. Fakat daha sonra Şvabrin’in de isteğiyle tanık olmadan kavga etmeye karar verirler. Samanlığın yakınında tam kavgaya tutuşacakken İgnatyiç tarafından yakalanırlar. Askerlerin de yardımıyla ikisi de Yüzbaşıya götürülür. Kalede barışın bozulmaması konusunda öğütler veren Yüzbaşı, kavgacıların birbirlerine sarılarak barışmalarını sağlar. Kavganın nedeninin de Marya için yazılmış şiirler olduğunu herkes öğrenir.
Yüzbaşının evinden ayrılan Şvabrin ve Pyotr Andreyiç’in hırsları geçmemiştir. Ertesi gün ırmak kıyısında kozlarını paylaşmak üzere sözleşip ayrılırlar. Her ikisi de sözünü tutar ve kararlaştırılan saatte ırmağın kıyısına gelir. Kılıçlarını çekerek kavgaya başlarlar. Bir süre birbirlerine zarar veremeden kavga sürer. Şvabrin’in gerilemeye başladığını sezen Pyotr Andreyiç, tekrar saldırıya geçer, hasmını ırmağın ucuna kadar sıkıştırır. Bu sırada keçi yolundan aşağı doğru koşarak gelen Savelyiç’in kendisine seslendiğini işitir. Kısa bir dalgınlık anında Şvabrin’den aldığı kılıç darbesiyle göğsünden yaralanır, yere düşer ve bayılır.
Ayıldığında kendini Yüzbaşının evinde bulur. Marya ile Savelyiç yanındadır. Beş gün boyunca komada yatmıştır. Kendini iyi hissetmeye başlayınca Marya’ya evlilik teklifinde bulunur. Marya ise henüz tehlikeyi atlatmadığını ve kendisini korumasını söyler. Kalede doktor olmadığı için Pyotr Andreyiç’in tedavisiyle alay berberi ilgilenmektedir. Ertesi gün Marya’ya evlilik teklifini tekrarlar. Marya da Pyotr Andreyiç’e karşı ilgisiz değildir. Pyotr Andreyiç’in anne ve babasının bu evlilik için onayını almak isterler. Pyotr Andreyiç, babasına bir mektup yazar. Gelen cevap umdukları gibi değildir. Pyotr Andreyiç’in babası hem evliliğe karşı çıkmakta hem de gereksiz yere kavga ederek yaralanmasına neden olmasına kızmaktadır. Hatta Yüzbaşının, kalesinde bu olaylara sebebiyet vermesine içerler ve oğlunu bir başka birliğe tayin ettireceğini yazar.
Bu sıralarda Çariçeye karşı isyan edenler kalabalık bir grup olmuşlardır. Pugaçev adlı bir Kazak’ın etrafında toplanan isyancılar, bazı kalelere saldırarak başarı kazanmışlar ve oralardaki askerleri de saflarına katmışlar, katılmayanları ise idam etmişlerdir.
Yüzbaşı Mironov, Generalden aldığı emri tebliğ etmek için kaledeki bütün subaylarını toplar. Kendini III. Petro olarak tanıtan isyancı Kazak Pugaçev’in kaleye saldırması durumunda öldürülmesi ve bunun için hazırlıklara başlanılması emredilmiştir.
Kalede Kazaklar dışında yüz otuz asker vardır. Bir süredir terk edilen nöbet ve devriye sistemi tekrar başlatılır. Eldeki top temizlenir, kullanılır duruma getirilir. Kaleye saldırı olacağı her ne kadar gizli tutulmaya çalışılsada kısa bir süre sonra herkesin haberi olur. Kaledekilerin telaşı bir kat daha artar.
Pugaçev, kaleye girmeye hazırlanmaktadır. Yüzbaşıya, Pugaçev’den bir mesaj gelir. Kaledeki Kazakları ve askerleri çetesine çağırmakta ve komutanlara da karşı koymamalarını öğütlemektedir. Yüzbaşı savaştan çok korkan kızı Marya’yı, karısı ile güvende olacakları başka bir kaleye göndermeyi düşünür. Karısı başka yere gitmeye razı olmaz. Marya’yı da göndermeye zaman kalmaz. Çünkü, Pugaçev yolları kesmiş, kaleye girişi ve çıkışı kontrol altına almıştır. Yüzbaşı önce savunmaya geçer. İsyancılar, atlardan inip saldırıya geçince Yüzbaşı da kale kapısını açtırıp isyancıların üzerine saldırıya geçer. Umdukları gibi olmaz. İsyancılar kısa süre içinde Yüzbaşıyı ve diğerlerini yakalarlar ve etkisiz hâle getirirler. Pugaçev, komutanın evine yerleşir. Meydana darağacını kurdurur. Kendisine katılmayan Yüzbaşı ile Üsteğmeni hemen astırır. Sıra Pyotr Andreyiç’e gelir. Bu arada Kazak kaftanı ile Şvabrin gelip Pugaçev’in kulağına bir şeyler fısıldar. Pyotr Andreyiç’in yüzüne bile bakmadan adamlarına onu asmalarını emreder. Tam ilmeği boynuna geçirdikleri bir sırada bir haykırış yükselir. Bu Savelyiç’in sesidir. Pugaçev’e yalvarmakta, onu asmamasını istemektedir. Pugaçev, yaşlı hizmetkârı tanır. Pyotr Andreyiç’in, tipide kendini arabasına alan; kendine handa şarap ısmarlayan ve tavşan kürklü gocuğunu veren kişi olduğunu anlar. Adamlarına işaret ederek serbest bıraktırır. Yüzbaşının karısı bu sırada olay yerine gelir. Kocasını darağacında görünce “Katiller!” diye bağırır. Pugaçev, adamlarına kadının susturulmasını emreder. Kadının başına bir Kazak, kılıcıyla bir darbe indirir; kadın yere düşer ve can verir.
Ölümden kurtulan Pyotr Andreyiç, Yüzbaşının kızını merak eder. Onun başına bir kötülük gelmesinden korkar. Marya’yı, Papazın karısı korumaya alır ve onu yegeni olarak isyancılara tanıtır. Bu duruma Şvabrin de ses çıkarmaz. Çünkü o karışıklıkta Marya’nın başına bir kötülük gelmesini istemez.
Pugaçev, Pyotr Andreyiç’e kendisine katıldığı takdirde yüksek rütbeler vereceğini vadeder. Pyotr Andreyiç, bu teklife yanaşmaz. Bunun üzerine onun kaleden hizmetkârıyla birlikte çıkışına izin verir.
Pyotr Andreyiç, Orenburg’a gider. Kale komutanı generale olanı biteni anlatır. İsyancıların gücü hakkında bilgiler verir. General subaylarını toplayıp durum değerlendirmesi yapar. Pyotr Andreyiç, Belegorsk kalesindeki isyancılara karşı taarruz yapılmasını savunursa da hiçbir subay buna yanaşmaz. Savunmada kalmayı tercih ederler.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra geldiği kaledeki Çavuş Maksimiç, Marya’dan bir mektup getirir. Mektuba göre, Pugaçev, kalenin yönetimini Şvabrin’e bırakmış Orenburg yakınlarında kaleye saldırı hazırlıklarına girişmiştir. Şvabrin, Marya’yı Papaz Gerasim’in evinden alıp kendi evine götürmüş ve orada bir odaya hapsetmiştir. Karısı olması için baskı yapmaktadır. Marya, Pyotr Andreyiç’ten gelip kendisini kurtarmasını istemektedir.Pyotr Andreyiç, General’e gider. Ondan, Belegorsk kalesini isyancılardan temizlemek için bir bölük askerle, elli Kazak vermesini ister. Yüzbaşının kızının yazdığı mektuptan da söz eder ona. Fakat General’i yine razı edemez. Umutsuzluğa kapılan Pyotr Andreyiç, sevdiği kızı Şvabrin’e kaptırmaktansa ölümü göze alır. Atına binip kale kapısından dışarı çıkar. Peşine Savelyiç de takılır. Bir süre sonra Berda köyü yakınlarında Pugaçev’in adamlarına yakalanırlar. Pugaçev’in huzuruna çıkarılırlar. Pugaçev’e sevdiği kızın Belogorsk kalesinde olduğunu ve kale komutanı olarak bıraktığı Şvabrin’in kızı hapsettiğini, evlenmeye zorladığını halka zulmettiğini anlatır. Pugaçev, kalenin yönetimini bıraktığı şahsın halka zulmetmesine çok kızar. Birlikte kaleye giderler. Marya’yı hapsedildiği odadan çıkarırlar. Pugaçev, halka verdiği eziyetten dolayı Şvabrin’e kızar. Papazı çağırmasını, Marya ile Pyotr Andreyiç’i evlendireceğini söyleyince, Şvabrin, Marya’nın Yüzbaşının kızı olduğunu itiraf eder. Kendisine bunun daha önce söylenmemesinden dolayı Pugaçev’in kızgınlığı daha da artar. Pyotr Andreyiç de Şvabrin’in söylediklerini doğrular. Bunu, Marya’nın hayatına zarar verileceğinden korktuğu için söylemediğini itiraf eder.
Pugaçev, Pyotr Andreyiç’in kendisine yaptığı iyilikleri hatırlar ve bir kez daha canını bağışlar. Marya ile birlikte diledikleri yere gitmelerine izin verir. Üstelik yolda adamları tarafından engellenmemesi için bir izin kağıdı da düzenler. Pugaçev’e göre iyilik ya tam yapılmalı ya da hiç yapılmamalıdır.
Pyotr Andreyiç, Marya ve Savelyiç bir yaylı arabasıyla yola koyulurlar. Amacı Marya’yı memleketine götürmek ve onunla evlenmektir. Bir süre sonra Pugaçev’in egemenliğindeki bir kalenin yakınındaki menzile gelirler. Menzildeki görevliye ellerindeki izin kağıdını gösterince hemen arabanın atları değiştirilir ve tekrar yola koyulurlar. Hava kararmaya başlarken küçük bir kente yaklaşırlar. Devriyeler önlerini keser. Arabacı arabada Çarın bacanağının olduğunu söyleyince, muhafızlar küfürler savurarak hemen etraflarını sarar. Komutanlarına götürürler. Orada karşılarına handa bilardo oynayıp yüz ruble kaybettiği Zurin çıkar. Durumu ona anlatır. Zurin, isyancılara karşı kendisiyle birlikte savaşmasını teklif eder. Marya’yı Savelyiç ile babasına gönderir. Kendisi orada kalır.
Pyotr Andreyiç ve Zurin isyancılara karşı başarılar kazanırlar. Bir süre sonra Pugaçev de yakalanır. Pugaçev işini soruşturan komisyon, Pyotr Andreyiç’in yakalanıp kendilerine gönderilmesi için Zurin’e emir göndermiştir. Zurin, görevini yapar. Pyotr Andreyiç’i Kazan’a gönderir. Askerî mahkeme kurulmuştur. Mahkeme başkanı bir generaldir. Pyotr Andreyiç’in adını sanını sorduktan sonra, Andreyiç Petroviç Grinyov’un oğlu olup olmadığını bir defa daha sorar. Öyle saygıdeğer bir babanın, isyancılarla iş birliği yapan bir oğlunun olmasına çok şaşırır. Pyotr Andreyiç, Pugaçev’in hizmetine girmediğini ve ondan herhangi bir görev almadığını söylese de mahkemeyi ikna edemez. Yüzbaşının kızının, mahkeme kapılarında sürünmemesi için bu konuda kendisine tanıklık etmesini de istemez. Babasının iyi bir subay olması nedeniyle idam edilme yerine, Sibirya’nın ücra bir bölgesinde ömür boyu oturmaya mahkûm edilir.
Bu karar, Pyotr Andreyiç’in babasını kahreder. Oğlunun, bir isyancının hizmetinde bulunmasını onuruna yediremez. Bu durum Marya’yı da derinden sarsmıştır. Mahkemede Pyotr Andreyiç’in kendisiyle ilgili bazı şeyleri açıklamamış olmasına inanmaktadır. Çok iyi bakıldığı bu evden müsaade isteyerek Savelyiç’le birlikte Petersburg’a gider. Çariçenin o sırada Tsarskoye Selo’da olduğunu öğrenir. Kendisi de orada konaklamaya karar verir. Menzil bekçisinin eşiyle tanışır. Saray sobacısının yeğeni olan bu kadın, Marya’ya Çariçe’nin uyandığı saati, gezindiği yerleri, hizmeti için yanında bulunanları anlatır. Ertesi gün Marya, erkenden kalkar ve bahçeye çıkar. Orada kırk yaşlarında, Çariçe’nin sarayında görevli bir bayanla tanışır. Ona başından geçenleri anlatır ve ondan Çariçeye yazdığı mektubu götürmesi için yardım ister. Mektubu okuyan Çariçe, Marya’yı huzuruna davet eder; onu çok iyi karşılar. Ona, Pyotr Andreyiç’in suçsuz olduğuna inandığını, evlenmeleri için yardım edeceğini söyler. Kayın babasına vermesi için bir mektup da verir. Mektubunda Pyotr Andreyiç’in suçsuzluğunu bildirmekte ve Yüzbaşı Mironov’un kızının da zekâsını, ahlâkını övmektedir.
Pyotr Andreyiç, özel bir emirle sürgünden kurtulur ve Simbirsk’e döner. Marya ile evlenir, bolluk içinde mutlu bir hayat yaşarlar.
Akıcı bir dille kaleme alınan eserde, Rus ordusunda görev yapan subayların yetişme tarzını; kişinin ekmeğini yediği devletine, canı pahasına da olsa, nankörlük etmemesi gerektiği
; aşkın insana verdiği cesareti görmekteyiz

Zaman Yönetimi

Kitabın Adı :Zaman Yönetimi
Kitabın Yazarı: Ray JOSEPH
:Yayınevi ve Adresi Epsilon Yayıncılık Ltd. Şti. Taksim/İSTANBUL
Basım Yılı 1994
KİTABIN ÖZETİ :
Özel ve iş hayatımızda başarılı olmak için zamanı nasıl verimli kullanabiliriz? Bunun için çeşitli tavsiyeler içeren bu kitap, 6 bölümde zamanı nasıl kullanacağımızı ve zaman yönetimini nasıl yapacağımızı anlatmaktadır.“Az Bulunan Bir Kaynak: Zaman” ismini verebileceğimiz 1′ nci bölümde, hepimizin sahip olduğu zamanın aynı olduğu, ama bunun pek az insan için yeterli olduğu, öyleyse sorunun zamanda değil bizde olduğu, yani sorunun ne kadar vaktimiz olduğunda değil, sahip olduğumuz süre içinde neler yaptığımızda olduğu anlatılmıştır. Ayrıca, zamanı nasıl harcayabileceğimize kendimizin karar verebileceği, tıpkı öteki kaynaklar gibi zamanı da etkili biçimde değerlendirebilir veya boşa harcayabilir bir kaynak olarak düşünülebileceği bu kitapta yazar ve danışman Drucker tarafından şu sözleri ile açıkça ortaya konmaktadır : “Zaman en az bulunan kaynaktır. Eğer doğru yönetilmiyorsa, hiçbir şey yönetilmiş sayılmaz.” Buradan şu değerlendirmeye ulaşılıyor: Aslında insan zamanı yönetmez, yönetemez! Çünkü, akrep ile yelkovanın hareketi bizim yönetimimizin dışındadır. Bunlar, durmaksızın hareketlerini devam ettirirler ve zaman daha önceden kararlaştırılmış bir hızla akıp gider. Önemli olan husus, zamanı yönetmek değil, kendimizi zaman içerisinde yönetebilmektir.
“Kendimizi Yönetebilme” olarak adlandırabileceğimiz 2 nci bölümde, zaman yönetiminde asıl geçerli olanın, insanın kendi kendisini yönetmesi olduğu, bunun için de zaman içerisinde kendisine yol gösterecek aracın bir zaman programlama çizelgesi olduğu, yani, sabah yataktan kalkışı dahil, akşam o yatağa tekrar girene kadar yapacağı ve hatta karşılaşabileceği tüm hususların yer aldığı bir zaman çizelgesi yapması gerektiği anlatılmıştır. Bir yönetici kendisine zaman kaybettirdiğini düşündüğü alışkanlıklarından vazgeçmek için, yani, zamanı doğru olarak yönetmek için bir zaman çizelgesine şu basit kuralları sıralamış :
1. İşleri sürüncemeye bırakan nedenleri tespit edip, her bulduğun nedeni bertaraf et.2. İşleri önem sırasına göre düzenle ve problemleri sırayla hallet.3. Kendine zaman sınırı koyma.4. Zor problemlerden kaçınma.5. Emin olana kadar erteleme huyundan vazgeç. Mükemmelliği ara.“Planlama” olarak isimlendirebileceğimiz 3′ ncü bölümde, Victor Hugo’dan alınan şu alıntı, planlamanın zaman yönetiminde oynadığı rolü çok güzel anlatmaktadır :” Her sabah o günün işlerini planlayan ve bu plana uyanlar, yoğun bir günün labirenti arasında kendilerine bir yol bulup geçmiş olurlar. Ama bir plan yapılmadan zamanın düzenlenmesi sadece şansa bırakıldığında kaos yavaş yavaş egemenliğini kurar.” Planlama; nereye gitmek istediğini ve oraya nasıl ulaşacağını mantıklı bir biçimde önceden kararlaştırmaktır. Ayrıca, bu bölümde insan doğasının planlama kavramı ile bağdaşmadığı, ancak planlama yapmadan da aceleye getirilen bir işten istenen verimin alınamayacağı anlatılmıştır.
“Kendimizi ve İşlerimizi Düzenleme” olarak isimlendirebileceğimiz 4′ ncü bölümde, yöneticinin verimini artırabilmek için kendisinin çalışmasını engelleyecek sesleri asgari düzeyde tutacak şekilde denetim altına alması, bir başka deyişle düzenlemesi gerektiği, çalışma ortamında kendisini rahatsız eden fiziki etkenleri de (rahatsız eden koltuklar, loş ışıklar,…gibi) denetim altına alması, ayrıca zaman yönetimini okuması gereken dosyalar, notlar için aşağıdaki unsurları yerine getirdiği takdirde düzenleyebileceği anlatılmıştır :
1. Her satırı okurken başınızı soldan sağa çevirmeyin,2. Sözcükleri okurken ağzınızı oynatmayın, yüksek sesle söylemeyin,3. Tekrar tekrar okumayın,4. Okuma açınızı sözcük gruplarına genişletin,5. Kitabı okurken, içindekiler bölümüne göz atmayı unutmayın,6. Yazarı ve üslubunu tanımaya çalışın
“Çalışmamızı Aksatan Dış Etkenler” olarak adlandırabileceğimiz 5′nci bölümde, çalışma yaparken hata oranımızı asgari seviyede tutmak için bizi engelleyebileceğini düşündüğümüz dış etkenleri ve bunları zamanı boşa harcamadan nasıl bertaraf edebileceğimiz anlatılmıştır. Örneğin, ziyaretçiler için, bir randevu saati planlamasının olması, ziyaret saatinin sınırlı olması; yönetici mutlaka telefona hükmetmeli, onun kölesi olmamalıdır, bir sekreter en uygun çözümlerden birisidir; toplantıların sonuçlarının kısa zamanda hayata geçirilmesi, toplantıların verimli birer uygulama olmasında en önemli etkenlerden birisidir.
Sonuç olarak 6′ ncı bölümde, karar vermenin zaman yönetiminde en güçlü silah olduğu, bu silahın ne kadar doğru kullanılırsa o kadar etkin olacağı Charles Flory’nin ” En büyük zaman hırsızı, kararsızlıktır ” sözüyle açıkça belirtilmiştir. Yazarın kitabı, okuyanlarda her zaman kullandıkları, ama bu kitabı okuduktan sonra bir daha kullanmıyacakları bir sözcük grubuyla ilgili iddiasıyla sona eriyor. “Eğer zamanım olsaydı……..”

Gölgeli Bahçe

KİTABIN ADI :GÖLGELİ BAHÇE
KİTABIN YAZARI :V.C. ANDREWS
YAYIN EVİ VE ADRESİ :İNKILAP KİTAPEVİ -ANKARA CAD. 95- 34410İSTANBUL
BASIM YILI :1993
KİTABIN KONUSU :Genç ve güzel bir kadının yaşamından anlatılan bir hikayedir.
KİTABIN ÖZETİ : Olivia çok zengin bir kızdır. Malcom onunla sırf annesiyle bire bir zıt olduğu için onunla evlenmiş ve annesine olan sevgisini onda nefrete dönüştürmüştür.Malcom’un babası Garland ise Alicia ile evlenmişti. Alicia ise Olivia’nın aksine bir kuğu kadargüzel bir kızdır.Bir gece Malcom yine ruhsal krize girmiştir. Bunu tek sebebi ise annesine duyduğu gerçek aşktır.ve bu gece Malcom alicianın odasına gider ve ona tecavüz etmeye kalkar. Alicia bağırınca babası gelir. Babası ile boğuşurken babasını öldürür. Bunu doktorları ayarlayarak örtbas eder. Alicia’yı da tehtit eder. Bundan çok korkan Alicia bir şey söyleyemez. Bir müddet sonra Malcom tekrar Alicia’nın odasına gider ve bu sefer tehtit ederek amacına ulaşır. Daha sonra Alicia hamali olduğunun farkına varır. Yaşadıklarını birbir Olivia’ya anlatır. Olivia önce çok sinirlenir fakat oda çaresizliğinden işin içinden lekesisiz çıkmak içinbir plan yapar. Çocuk doğana kadar Alicia malikanenin ucra bir odasında kalacaktır ve sonra çocuğun Olivia’dan olduğu söylenecektir. Plan işler ve Alicia evden oğluyla birlikte gider kızını ise orada bırakmak zorunda kalır. Kendisine yeni bir yaşam çizer bir doktorla evlenir. Kocası ölür ve kendisinin ise çok hasta olduğunu ve oğluna bakmalarını ister. Oğlan ise annesinin güzelliğinin bir yansımasıdır adeta.
Olivia oğlanın gelmesini kabul etirir.ve ona yardımcı olurlar. Fakat ne Olivia nede Malcom bu iki kardeşin birbirine olan tuytkularını göremezler. Birgün bunları uygunsuz durumda basılırlar. Genç çift evlenmek istediklerini söyler fakat Malcom gerçeği söylememekle beraber bu işin olamayacağını söyler fakat gençler bunu dinlemezler evden ayrılırlar.Malcom ise felç geçirir.Tuttuğu özel dedektif ile yaşamlarından bilgi edinirler. Çiftin 4 çocuğu olur.sonra oğlan bir trafik akzası sonucunda ölür. Malcom kıza haber verir. Ve kız çocuklarıyla eve gelir. Yalnız babasının çocukları istemediğini ve onların annesinin kaldığı yerde kalmasına razı olur.Olivia çocuklarıdaya koyarken bir yasak aşkın daha oluştuğunu bu kez görür.
KİTABIN ANA FİKRİ : hasta ruhlu bir insanın ne denli büyük felaket ve yıkımlara yol açtığını ve düzeltilmesi imkansız hasarlar verdiğini gözler önüne seriyor.

KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:Malcom ruhsal sorunları olan annesine aşık olduğu ve onu arzuladığı için nevrotik hasta olan kişidir.Olivia Malcom’un karısıdır.Alicia garland’ın 2. karısıdır.