18 Haziran 2007 Pazartesi

Hayelleri Olanlar Asla Uyumaz


KİTABIN YAZARI Pat MESITI (Elmas Canan KARDERİN)
BASIM TARİHİ MART 1999
KİTABIN YAYIM MAKSADI
İnsanların içindeki liderlik özelliklerini ortaya çıkarmak, insanlara başarılı olma yollarını göstermek
KİTABIN ÖZETİ :
Hayatta herhangi bir işe başlamadan önce, çok güçlü bir etkeni aşmak zorundasınız: Kendi önyargılarınız. Size bir kalıp veren şey, hayat, kendiniz, yetenekleriniz, aileniz ve arkadaşlarınız hakkındaki düşüncelerinizdir. Eğer kazanmayı ister ama yapamayacağınızı düşünürseniz, kazanamayacağınız hemen hemen kesindir.
Hiçbir şeye önyargıyla yaklaşmamak gerekir. Bu ilke hayatın her alanı için geçerlidir. Söz konusu olan ister bir iş teklifi, isterse birini sosyal çevrenize dahil etmek olsun, insanlar her zaman sandığınız kadar olumsuz tutumlara sahip olmazlar. Önyargılarınızı değiştirin!
Zaman içinde hepimiz zihnimizde sığınaklar inşa eder ve zorlukla karşılaştığımızda oraya sığınırız. Daha önce bir konuda başarısız olduysak, “bilgisayar”ımız hemen “o konuda iyi değilsin” der ve ondan uzak dururuz. Ama bilgisayarlar gibi zihinlerimiz de yeniden programlanabilir. Bunu iyi yapmanın yollarından biri, günlük onaylamalardır.
Kısaca önyargılar yaşamınızı ve gelişiminizi etkiler, önyargılarınızı değiştirebilirsiniz. Başkalarına önyargıyla yaklaşmayın. Hayalleri olan insan çok güçlüdür, zihninizi yeniden programlamak için günlük onaylama sözleri ... konusunda iyiyim, ... sahibim, ... yapabilirim” ve benzeri sözleri kullanın.
Olaylar istediğiniz gibi gelişmiyorsa, bu bir değişime ihtiyaç olduğunu gösterir. Daha önce yapılanları yaparak farklı sonuçlar almak imkansızdır. John F. Kennedy “Değişim hayatın yasasıdır.” demiştir. Doğa durmadan değişiyor. Örneğin, insan vücudundaki hücreler durmadan yenileniyor, dünya durmadan değişiyor.
Değişimden tek korkumuz değişmemek olmalıdır. Teknoloji, iletişim ve iş yapma tekniklerindeki dev ilerlemeler de, şirketlere daha öncesine göre çok daha fazla para kazandırıyor; eskimiş yöntemlerden vazgeçmeyenler ise hemen geride kalıveriyor.
Kısaca hayatta değişimi sağlamanın tek yolu değişmektir, hayal kuranlar değişimi etkiler; değişim onları değil. Değişim rahatsız edicidir ama olmamasının etkisi çok daha kötüdür. Değişim tamamen doğaldır ve yepyeni bir yaratıcılık ve önderliği ortaya çıkarır. Değişime karşı gelmek yıkıcı olabilir.
Bugün dünyadaki insanların çoğu “vazgeçme” tavrını tercih ederler. Kolay yolu seçer, fazla çaba harcamaya yanaşmazlar. Sadece kestirmek için bir köşeye kıvrılırlar, ama bu şekerleme önce uzun bir dinlenmeye, sonra derin bir uykuya dönüşür. Yalnız unutmayın: Hayalleri olanlar asla uyumazlar.
Nereye gitmek istediğinizi ve bunun için neler yapacağınızı söylerseniz, bu sizi gerer ve yapmanız için motive eder.
Başarıya giden çabuk ya da kestirme bir yol yoktur. Başka insanlardan daha fazla gerilmek, kendini vermek ve çok çalışmak arzuların gerçekleşmesini sağlayacaktır. Her türlü ilerleme gerilmenin sonucudur. Başkalarından daha yükseğe çıkmayı hedefleyin.
“İnsan düşündüğü gibidir” der eski bir ata sözü. Başka bir deyişle siz de kendi düşündüğünüz gibisiniz. “Aklın alabileceği her şeyi yapabileceğine inanmalısın” der W. Clement Stone da. Çok güçlü bir sözdür bu. Aynı anda yalnızca bir düşüncemiz olabilir. Aynı anda hem mutlu hem de kızgın olmamız olanaksızdır. Bir zorlukla karşılaştığınızda seçme yapma şansınız vardır: Ya pozitif ve güvenli olmaya ya da depresyona girip kendimize acımaya karar veririz. “Yapamam”, “nasıl olduğunu bilmiyorum” ve “daha önce yapmamıştım” gibi olumsuz konuşmalarla günümüzü karartırız. Oysa kazanan insan, bunların yerine “yapabilirim” ve “yapacağımı” koyar.
Şu anda olduğunuzdan daha iyi, en iyiden de iyi olmak istiyorsanız, bir seçim yapmak zorundasınız. Doğru tercihler yapmanız ve ne olursa olsun onları tutmanız gerekir. George Eliot şöyle der: “Büyümenin en güçlü ilkesi, insanların yaptığı tercihlerdir.” Dünyada kim durduğu yerde başarıya ulaşmıştır? Hiç kimse. Bu tamamen size bağlıdır.
Her kararınızın doğruluğundan emin olmak istemeniz çok doğaldır. Doğru seçimi yapabilmek için aşağıdaki altı adımlık kontrol listesini kullanabiliriz:
Doğru, onurlu ve adaletli olmaktan ne anlıyorum?
Yapmak üzere olduğum seçim nasıl sonuçlar verecektir?
Hayatımın büyük resmine katkıda mı bulunacak yoksa onu engelleyecek mi?
Bu seçimi yaptıktan sonra kendimi nasıl hissedeceğim?
Bu seçim çevremdekileri nasıl etkileyecektir?
Bu kararı başkaları alsa kendimi nasıl hissederim?
7. İş etkilidir, insanlar değil. Uzun zamandır bir işin içinde olduğunuz halde beklediğiniz başarıyı elde edemediyseniz, durmayın devam edin. İyi seçimler yapıp onları uygulamaya devam edin. Bugün yapacağınız tercihler yarın nerede olacağınızı belirler.
Dr. Denis Waitley, “Being Your Best” adlı kitabında iyi insanlar en son gelir sözünün bir mit olduğunu söyler. Ona göre iyi insanlar daima en iyi bitirirler; aslında onlar gerçekten bitirenlerdir. Kaybedenler ya da vazgeçenler gibi yolun yarısında bırakmazlar.
Bir sporcu, anabolik steroidler kullanarak fiziksel gelişimini hızlandırmak isteyebilir. İyi ahlak, muhtemel bir üne ve zafere feda edilir. Ancak kestirme yollar daha uzun yollara dönüşür ve insanlar gerçek potansiyellerini kaybederler. Geleceğinizi kısa devreye uğratacak kestirme yollara sapmaktansa, sizi bunlara ulaştıracak doğru kararlar alın.
Bugün kim olduğumuz dünkü tercihlerimizin sonucudur. Yarın kim olacağımız, bugünkü kararlarımızın sonucudur.
Zorluklar, bunalımlar hayatın bir parçasıdır. Bunları hepimiz biliriz. Onlarla yaşayamayız, ama onlarsız da kalamayız. “Acı veren şeyler öğretir.” demiştir Benjamin Franklin.
Hayatta başarılı olmanın temel koşullarından biri vizyona sahip olmaktır. Kendine göre bir hayali, fikirleri, yaratıcı yetenekleri ve yenilik getirici becerileri olanlar günlük yaşantıları içinde bu yeteneklerine uygun kanallar açabilenler başarıya ulaşırlar. Vizyonlarıyla yaratıcı olanlar başkalarını da bu yola çekerler. Vizyon, yaratıcı, farklı ve esinlendirici olmalıdır. Bir hayaliniz varsa fırsatlar ayağınıza gelir.
İletişim ve örnek olma vizyonu aktarmada çok önemli bir yere sahiptir. Aşağıda, vizyonu başkalarına daarkadaşlarına aktarabilecek basit ama güçlü stratejiler sıralanmıştır:
Vizyonumuz basit olmalıdır.
Temel ilkelere bağlı kalın.
Vizyonu başkalarının önünde tekrar edin.
Vizyonun önemini vurgulayın.
İnsanlara vizyona nasıl ulaşacağını gösterin.
İnsanların vizyona ulaşmasına yardım edin.
Ödül ve başarısızlığın sonuçlarını gösterin.
Küçük zaferleri kutlayın.
Takımın her üyesine, elde edilen başarıda payları olduğunu hissettirin.
Warren Bennis’e göre, büyük lider olmanın temel özellikleri şunlardır: Yol gösteren bir vizyon, tutku, bütünlük, güven, merak ve cesaret.
Dünyanın böyle bir liderler kuşağına ihtiyacı vardır. Sürekli başarı peşinde koşan öncülere, hayalleri olan ve bunlardan asla vazgeçmeyen hayalperestlere, işini tutkuyla ve dürüstlükle yapan, her koşulda öğrenmeye hazır, denemeye ve risk almaya gönüllü liderlere ihtiyaç vardır.
Bugün hangi felaket rüzgarıyla karşı karşıya olursanız olun, amacınızı bulmaya zaman ayırın ve bütün varlığınızla onu arayın. Hiçbir şey için durmayın. Değişmek gerekiyorsa değişin. Hayalinize odaklanın. Mükemmellik ruhuyla hareket edin; vasat kalmak sizin düşmanınızdır. Kendinizi cehennemden geçiyor gibi hissettiğinizde bile durmayın. Çünkü öbür tarafta kesinlikle çabanıza değecek ödüller vardır.

Boy Hedefi

KİTABIN ADI Boy Hedefi
KİTABIN YAZARI Thomas PERRY
YAYINEVİ VE ADRESİ Altın Kitaplar Yayınevi ağaloğlu/İSTANBUL
BASIM TARİHİ 1984
KİTABIN YAYIM MAKSADI
Roman
KİTABIN ÖZETİ :
Boy hedefi, Amerikan tarzı bir romandır. Olaylar para kazanmanın kolay olduğu Amerika’nın Californiya eyaletinde başlamaktadır. Gerçek sahibi bir mafya babası olan Fielston Growth Enterprises şirketinin görünürdeki sahibi Edgar Fielston’dur.
Al Veasy, şirkettini portföyünde bulunan hisse senetlerini teminat göstererek United Free Bankasından 4 milyon dolar nakit kredi almıştır. Californiya eyaletinde bir işçi sendikasının yöneticilerinden Al Veasy, işçilerin emekli fonlarında paralarını Fielston Growth Enterprises şirketine düşük faizle ödünç olarak vermiştir. Daha sonra sendikaya Fielston Growth , Enterprises şirketinin iflas ettiğini ve borçlarının karşılanması için mal varlığının satılacağını bildiren bir ihbarname gönderilir. Bunun üzerine Veasy Adalet Bakanlığı Örgütlü Suç bölümüne mektup yazmış fakat cevap alamamıştır. Sendika yöneticilerinden olan Al Veasy arabasına konan bir bomba ile öldürülür. Bu cinayet onlarca cinayet takip eder. Katil kiralık bir profosyoneldir. Bu katili mafya babasının emrinde çalışan bir avukat tutmuştur.
Fieston Growth Enterprises şirketinin sahibi Etgar Fieston‘un gizli ortağı ise bir mafya babasıdır. Birbiri peşi sıra işlenen cinayetler polisin yanı sıra FBI ‘ında olayla ilgilenmesine sebep olur. Olayları bu kadar karmaşık ve çözümü zor kılan da Adalet Bakanlığından da olaya karışanların olmasıdır.
Ajan Hard, yeni vergi kanunu üzerinde çalışan senatörün ve mafyanın avukatlarından birisinin öldürülmesi ile beraber, Elizabeth ile birlikte, kayıtlarını ve Al Veasy’nin hayatındaki büyük değişiklikleri aramaya başlarlar.
Eğer senatör yeni vergi kanununu çıkarabilseydi, kazanılan bu kolay ve kirli para mafya babasına değil, halka hizmet olarak kullanılabilecektir.
Mafya babasının avukatının öldürülmesi, kiralık katilin kendisini kimin kiraladığı konusunda araştırma yapmaya yönlendirir. Katil avukatın ofisine gittiğinde, polisleri görür ve avukatın evine gider. Avukatın hesap kayıtlarına bakarak kendisini kimin tuttuğunu öğrenmeye çalışırken, evde Fieldston Growth Enterprises şirketinin görünürdeki sahibi olan Edgar Fielston’u da öldürür.
Katil, kendisini kiralayan mafya babasını bu hesap kayıtlarından öğrenip, Edgar Fielston’un cesedini mafya babasının evinin bahçesine gömer ve daha sonra ihbar ederek tutuklattırır.
Yukarıda özetlediğimiz olaylar heyecan verici ve akıcı bir şekilde, bulmacaların parçalarını birleştirir gibi insana bıkkınlık vermeden yazılmıştır. İşlediği ana tema insanoğlunun para kazanma hırsı, menfaat çıkarlarını devlet ve halkın üstünde tutan yöneticilere kadar çıkabilmesi ve hatta insanı katil olmaya bile götürebilmesi anlatılmaktadır

Bomba

KİTABIN ADI Bomba
KİTABIN YAZARI Ömer SEYFETTİN

YAYINEVİ VE ADRESİ BİLGİ YAYIN EVİ Meşrutiyet Cad. 46/A Yenişehir - ANKARA
BASIM TARİHİ Mayıs 1997
KİTABIN YAYIM MAKSADI
Osmanlı devletinin çöküş dönemine girdiği devirde, sınır boylarında bulunan halkın yaşantıları, kısa hikayeler şeklinde kesitler sunularak anlatılmıştır.
KİTABIN ÖZETİ :
PRIMO TÜRK ÇOCUĞU NASIL DOĞDU
Serin ve karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında Selanik, sanki gündüzki heyacanlardan , gürültülerden yorulmuş gibi , baygın ve sakin uyumaktadır.Rıhtım tenhadır. Olimpos Palas’ın , Kristal’in, Splandit Palas’ın,diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştür.Tramvay yolunu tamir için yığılmış parke taşlarının ilersinde,denize inen küçükmerdivenin başında,hareketsiz bir gölge dimdik durmaktadır.Gölgenin sahibi tahsilini Paris’te bitirip daha sonra dolgun bir maaşla İzmir’egiden ve orada aşık olduğu güzel bir İtalyan kızı olan Grazia ile evlenen genç mühendis Kenan Bey’dir.Kenan Bey Türklüğe, yani medeniyetsizliğe karşı olan garazi Avrupalılara, onların adetlerine, ananelerine, terbiyelerine,cemiyetlerine hayran olan ve bunları uygulayan kişiliği ile tanınmaktadır.Nazik ve şendir. savaşa tamamen karşıdır. İşte bu gece Kemal Bey kırk sekiz saat boyunca işittikleri,gördükleri gazetelerde okuduklarının etkisindedir. Son derece rahatsızdır. Çünkü savaş çıkmıştır. İtalya Trablus’a saldırmıştır. Hayran olduğu, insaniyte hizmet ettiğine inandığı Avrupalıların öceden önem vermediği hatta bazen çok doğal bulduğu hareketleri aklına gelmektedir. İlk Frasa’yı hatırlar. Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyamakta, masum, silahsız insanları öldürmekte onları esir edip hayatlarını, ruhlarını zaptetmektedir. Daha sonra İngiliz’leri düşünür ve İspanyol’ları, Almanla’rı hatta Belçika ve Portekiz’lileri en sonunda da İtalyan’ları düşünür. Hepsi aynıdır. Kenan Bey yıllarca ruhunu zapteden bu toplumun, Avrupalıların naçiz bir kulu, hizmetcisi olduğunu düşündükce kahrolmaktadır. Düne gelinceye kadar kendisine bile Türküm demeye sıkıldığını ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkar eden, milliyetinden uzak ve hatta utanan nekadar Avrupalılaşmış renksiz olduğunu düşünerk yürür. Evine gitme düşüncesinden uzaktır. Şuursuz bir şekilde Splandi Palas’ın önüne gelir. Bir odaya çıkar ve yatağa uzanır. Yaşadığı olaylar onu şaşırtmış, mevcudyetini perişan etmiştir. Hakaretin, tecavüzün, itisafın şiddetinten ansızın uyanan millet, İtalyan mektebinin, acentasının, hastanesinin, hatta konsolosluğunun armalarını parcalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmıştır. Ne kadar İtalyan varsa şüphsiz kovulacaktır. İtalyan dostu görünecek bir Türk şüphesiz lanetler, nefretler, içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı çıkarılacaktır. Başı ağrımakta başını arısından gözleri yaşarmaktadır. Yüzükoyun döner, gözünün önüne zevcesi, çoçuğu, evi gelir. O hiç böyle bir günü düşünmemiş bu ana kadar mesut yaşamıştır. Avrupadan geldiği seneyi, gençlik ve bekarlık günlerini hatırlar. Bir İtalyan’la izdaviç etmek, hayatını birleştirmek ona doğal görünmüş, hatta iftihar edebilecek bir mumtazlık gibi gelmiştir. Gerçi Grazia ile evlenmek istediğinde Grazia’nın babası Kenen Bey’in Türk oluşından dolayı bir barbar, bir medeniyet düşmanına kızını vermei şiddetle reddetmiştir. Daha sonra ise gerek kişisel menfaatlerini gerekse kızıyla yaptığı bir konuşma sonrasında Kenen Bey’i Rumeli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan onyedi milyon Rumdan biri olarak değerlendirir. Zira ona göre Türkiye’de sultanın ailesinden başka Türk bir familya yoktur. Bu düşünceler doğrultusunda Kenan Bey’i kızıyla birlikte hayallerinde Rum olarak kabul eder ve bu evliliğe izin verir. Kenan Bey’le Grazi’nin evliliklerinin ilk iki yılında iki erkek çoçukları olmuştur. İtalyan adetlerini takip ederek çoçuklarını numara ile çağırırlar. ‘Primo! Sekundo!’ Sekundo hastalanır ve ölür. Grazia’nın babası Mösyö Vitalis Meşrutiyetin ilanından sonra Türkiye’de işlerin iyi gitmeyeceğini düşünerek İtalya’ya gider ve çiftlik alarak oraya yerkeşir.
Kenen Bey babasının Grazia’yı ve kendisini İtalya’ya çağıracağını düşünür, ne yapacaktır? Gitmeyeceği kesindir. Grazia’nın kendi tabiiyetini bırakmaya razı olup olmayacağı aklına gelir. Çoçukları ve mutlu bir evlilikleri vardır. Birbirlerini çok sevmektedirler.
Şakaklarından soğuk terler akmaya başlar. Mendiliyle yüzünü siler. Sabah olmaktadır, ayağa kalkar uyuyamamaktadır. Otelin kapısından çıkar, tranvaya biner ve yalısına gelir. Kapıyı hizmetçi kız acar. Grazia ve Premo evde yoklardır. İki yol sandığı dikkatini çeker. Grazia’nın yolculuğu düşündüğünü anlar. İlk defa görüyormuşcasına duvarlara , perdelere, eşyalara bakar. Türk hayatına Türk ruhuna ait bir gölge bir çizgi yoktur, birden Bursa’daki çoçukluğunun geçtiği baba evini hatırlar. Merdiven başındaki, ceviz ağcından eski ve guguklu saati, yaldızlı kafesin içindeki sürekli öten kanarya kuşunu ve babasının odasını düşünür. Alçak sedirler ve kalın halılarla döşeli, vişne renginde perdeleri, duvarlarında asılı olan iğri ve altın kakmalı kılıçları, kamaları düşünür ve en önemlisi bu odadaki baş sedirin üstündeki etrafı ipekten ve sırmalı çevrelerle süslenmiş, mert bir Türk ruhundan saçılan iffet, namus, metanet, istiğna tavsiye eden mısraların yazılı olduğu levhayı hatırlar. Mısralardan bazıları aklına gelir.
‘Geçme namerd köprüsünden, koparmasın seni!’
‘Korkma düşmandan, ki ateş olsa yandırmaz seni!’
‘Müstakim ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!’
Babası ne kadar genç dururdu. Gelen misafirlerde, ağalarda ona benzerdi. Bu levha güya kalplerin, ahlaklarının tercümesiydi. Başı yeşil örtülü annesiyle daima yere bakan, omzunda hale gibi pembe bir atkı taşıyan mukaddes hemşiresini düşünür. Tahsilde iken annesi ve babası ölmüş, amcasının yanına giden hemşireside oranın yerlilerinden bir beyle evlenmiştir. Kendisi on senedir ne Bursa’ya gitmiş, ne akrabalarını görmüş, hatta mallarını bile İstanbul’dan gönderdiği bir vekil vasıtasıyla satmıştır. Kenan Bey düşünür, düşündükce iki gündür farkına vardığı mevcudiyetinin aşağılığını, sefaletini, adiliğini anlar, unuttuğu milliyetinin kıymetini takdir edemediği esasları için acı bir matem duyar. Vicdan azapları içinde geçen yarım saat ona bir gün gibi görünmüştür. Kapı zili çalar. Grazia gelmiştir. Ona sabah aldığı kararı nasıl söyleyeceğinin sıkıntısı içindedir. Grazia Kenan Bey’e dün gece niye gelmediğini ve onu çok merak ettiğini söyler. Kenan Bey işi olduğunu ve bir otelde kaldığını söyler. Grazia ilan olunan harpten bahseder. Grazia sabah tercüman ile konuştuğunu hiç kimsenin bilmediğini, gazetelerin yazmadığı havadisleri öğrendiğini söyler. Avrupalılar aralarında Fransa’ya Fas’ı, Almanya’ya Anadolu’yu, İtalya’ya Trablus’u, İngiltere ve Rusya’ya da Acemistan’ı taksim etmişlerdir. Birkaç ay sonra Rumeli’nin her tarafında bombalar patlayacak, Girit Yunanistan’a bağışlanacak, Arnavutluk’a, Makedonya’ya , Suriye’ye, Arabistan’a muhtariye verilecektir. Sultanlık avrupalıların himayesine alınarak Türkiye’de de ‘Beynelminel bir idare’ tesis olunacaktır. Avrupa’nın programı budur. Grazia bunları çabuk anlatır, tercümanın korkularını tekrar eder. Şimdi hükümet genç Türklerin elindedir. İki üç ay içinde Selanik’i terkedip İstanbul, İtalya ve yahut başka bir Avrupa memleketine gidilmelidir, pasaportları bile hazırllatmıştır. Grazia Kenan Bey’e ne zaman hareket edebileceklerini sorar. Kenan Bey buradan bir yere gitmeyeceğini söyler. Grazia inanamaz. Peki ben diye sorar. Sen de... bu sırada Primo içeri girer, yavaş yavaş yürümektedir. Annesi ona hiddetli ve sert bir tavırla önemli bir konu konuştuklarını söyleyerek dışarı çıkarır. Oysa primo olayların farkındadır. Çünkü sabah mektebe gitmemiş Rum çoçuklarıyla rıhtımda balık tutmaya çalışırken mektep arkadaşlarından Orhan’ı görmüş ve yanındaki biraz büyükce olan bir Türk çoçuğuyla tanışmıştır. Bu bir Türk paşasının oğludur. Orhan Primo’ya sorar,
‘Senin baban Türk değil mi?’
Primo biraz kızararak niçin soruyorsun ? der .
Soruyorum , neye inkar ediyorsun? Senin baban Türk mühendisi değil mi?
‘Evet...’
‘O halde sen de Türksün!...’
Primo Türkçe bilmemektedir. Orhan Fransızca olarak elindeki Genç Türklerin beyannamesini tercüme eder. İtralyan’larla Türklerin muharebe ettiğini anlatır. Anlatırken en cesur, en asil, en kavi bir millet olduğunu asırlarca bütün Asya’ya hakim olduklarını, Atilla’nın Avrupa’yı ezip, köpek gibi inlettiğini, dünyanın en büyük hükümetini Cengiz’in kurduğunu anlatır. Bir kaç asır evvel Avrupa’yı terbiye eden bu nesle, Osmanlı Türkleri’ne bütün Avrupalıların saldırdıklarını, mahvetmek için uğraştıklarını ama başarılı olamayacaklarını söyler. Türkler’in eski deniz muharebelerinden vaktiyle Akdenizi bir Türk gölü yaptıklarını, büyük paşa babasından,mülazım ağabeyinden duyduğu şeyleri oldukca büyüterek, mübalağalaştırarak, uzun uzadıya hikaye etmektedir. Primo dinler ve o an kendisinin, babasının Türk oluşundan derin bir iftihar duyar. Rıhtımdaki Rum çoçukları onun bir Türk çoçuğu ile saatlerce konuşmasını kıskanırlar. Onu çağırırlar Primo aldırmaz. Orhan bu sineklerin bir şey yapamayacaklarını ancak taciz etmesini bildiklerini ve kendilerini rahat bırakmayacaklarını söyleyerek dışarı çıkmalarını tavsiye eder. Bahçeden çıkarlar, ileride İttehat ve Teraki kulubü önünde dehşetli bir kalabalık görürler. Kapının yanındaki parmaklık setine siyah esvaplı, sarı bıyıklı, küçük fesli bir adam çıkmış, namussuz, alçak, korsan İtalyan’ların haberleri yokken, araları iyiyken dostları iken birdenbire vatanlarına hücum ettiklerini anlatmaktadır. Onların büyük ve kavi zırhlılarına karşılık, kendilerininde mukaddes bir hakları olduğunu bunun onların zırhlılarının karşısındaki kuvvetinden bahsetmektedir. Sonra bir telgraf okunur. Orhan onu tercüme eder. İtalyan’ların Trablusta iki harp gemisi kayalıklara çarparak batmıştır. Daha sonra numayişçiler yukarılara doğru çekilmişlerdir. Primo kapının dibinde bunları düşünür. Dünün hatırasını noktası noktasına hayalinden geçirir ve göğsünün kabardığını hisseder.
Kapıya döner içeride şiddetli ve heyacanlı konuşma devam etmektedir. Anahtar deliğinden içeriyi dinler. Annesi burada kalmayacağını söyler Kenan Bey ise kalırsa artık İtalyan olarak değil Türk olarak kalacağını, gider ve İtalyan olarak kalırsa aralarındaki münasebetin biteceğini , kendisini boşayacağını ve görüşmemek üzere ayrılacaklarını söyler. Annesi yüz sene uzunluğunda geçen bir dakika sonunda cevabını verir. On seneyi, sadakatimi sen düşünmezsen ben hiç düşünmem babamın yanına gider orada rahibe olur kalırım der. Tek isteği Primo’yuda yanında götürmektedir. Kenan Bey bu kararı Primo’nun vermesi gerektiğini söyler. Annesi Primo’yu çağırır. Annesi içeri giren Primo’yu kucaklamak ister. Primo bunu dehşetli bir ciddiyetle reddeder. Grazia birden bire değişen yavrusunun bu hareketi karşısında donar. Primo büyük bir adam tavrıyla babasının yanındaki koltuğa oturur. Başını eline dayar ve gayet garip bir şive ile Fransızca olarak beni niye çağırdınız der. İtalyanca söylemiyordur. Her ikiside şaşırırlar. Kısa bir sessizlikten sonra Kenan Bey savaş çıktığını annesi ile tamamen ayrılacaklarını ya kendisi ile kalıp Türk olacağını yada annesi ile gidip İtalyan olacağını söyler ve bu konudaki kararını sorar. Primo oturduğu yerden şiddetle fırlar Grazia ve Kenan Bey ne yapıyor diye birbirlerine bakarlar. Primo ellerini kalcalarına dayar, heyecanlı tavrıyla annesini ve babasını süzer ve gayet bozuk bir Türkçe ile ‘Ben .. Turko çoçuk ..Ben yok İtalyano..Ben burda...Ben çoçuk Türk..’ diye haykırır. Grazia hayret ve teessüründen masanın yanındaki sandelyeye yığılır. Kenan Bey gözlerine ve kulaklarına inanamamaktadır. Primo sonra seri bir hareketle kenardaki hasır sandelyeyi kaparak kanepeye fırlar ve şiddetle Victor Emmanuel’in resmine vurarak onu parçalar. Kenan Bey seviçli ve şuursuz bir şekilde ayağa kalkar, kanapenin üzerinde, yükseklerden kendisine bakan bu Türk çoçuğunu kucaklar onu göğsüne bastırır alnından öper, öper.
NAKARAT
Hikaye, gençliğini Makedonya’da geçirmiş eski bir zabitin hatıralarından alınmıştır. Sene 1903 , yer Pirbeçik, genç zabit halinden ve içinde bulunduğu ortamdan oldukça şikayetçidir. Bu duruma rağmen kendine verilen görevleri yerine getirmeye çalışmaktadır. Genç zabit, devamlı İstanbulu düşünmekte, o güzel İstanbul günlerinde yaptığı hovardalıkları anmaktadır. Şuan içinde bulunduğu durumu o eski günlere ne kadar zıt olduğunu, çekilmez olduğunu düşünmektedir. Oysa kendisi Hayat-ı Askeriye ye başlamadan öncehayallinde mükemmel, muntazam, şık bir ordu vardır. Taburun tüfekçisi Agah Usta da, genç zabitin bu durumu halinin farkındadır. Agah Usta bir akşam genç zabitin odasın gelerek ona bozuk İstanbul şivesiyle nasihatler vermeye başlar. Ona artık İstanbul hayellerini bir kenara bırakması gerektiğini Olayları fazla kafasına takmamasını, gerektiğinde gülüp geçmesini hatta akşamları gerektiğinde bir tek atmasını ve kendisininde buna eşlik edebileceğini söyler. Agah Usta ayrıldıktan sonra genç zabit onun söylediklerinde doğruluk payı olduğuna kanaat getirir. Bir süre sonra genç zabitin Velmefçe taraflarındaki keşif görevine talip olur. Genç zabit kendisine verilen keşif görevi sırasında, düşmana ait boş erzak ambarları ve bir kaç köyden toplanan yüz-yüzelli kadar silahtan başka bir şey elde edememişlerdir. Çivarda bir çete olabileçeği ihtimaline karşı müfrezesiyle birlikte köyde kalır.
İlk günler oldukca zordur. Yerleştiği kırık dökük , pislik içinde olan ev ve bulunduğu ortam adeta bütün mevcudiyetini yok etmiş, caresiz bırakmıştır. Taki bir sabah penceresinden bakarken gördüğü Bulgar kızına kadar. Genç zabit bu kızdan çok etkilenir. Ona ilk görüşte aşık olmuştur. Yaşadığı bütün olumsuzlukları ona unutturmuş sanki aklını başından almıştır. Bütün her şeyi bırakıp uzaklara kaçmayı bile düşünmeye başlamıştır. Lakin kendisinin bir Türk zabiti olması, ailesini ve ülkesini kötü bir duruma düşmemesi için , uzaktan uzağa kendi içinde bir aşk yaşamaya başlar. Bulgar kızı da bu durumun farkındadır. Genç zabitin devamlı onu izlediğini ve gözetlediğini bilmektedir. Bulgar kızıda genç zabiti her gördüğünde şu şarkıyı söylemektedir.
‘Naş, naş
Çarigrad naş..
Raz-va-tri’
Bu şarkının kendisi için söylenen bir aşk şarkısı olduğuna inanan ve bundan çok etkilenen zabit şarkıyı kendince tercüme eder.
‘Seni çok seviyorum
Seni çok seviyorum
Balkanlar’dan Şıka’dan
Aşıp geldim sana
Genç zabit şarkı sözlerini bu şekilde çevirdikten sonra, genç kızın söylediği şekilde mırldanmaya başlayarak, kızın her geçişinde ona doğru söyler. Ne yazık ki genç zabit için ayrılık zamanı gelmiştir. Askerler manastıra geri çağrılmaktadır. Oysa genç zabıt güzel Bulgar kızıyla bir tek kelime bile konuşamamıştır. Ona bu şekilde veda etmeden gitmek iztemez. Çantasında hiç kullanmadığı kolonyayı gideceği sabah hancının çırağı ile göndermeye karar verir. Böylece genç zabitin gönderdiği hediyeyi genç kız ne reddedebileçek ne de teşekkür edebileçekti. O sabah zabit pençereden dışarı baktığında güzel kızı göremez. Yine de çırağı yanına çağırır ve hediyeyi tarif ettiği kıza teslim etmesini söyler, çırakta ona kızın adının Rada olduğunu söyleyerek odadan ayrılır. O sırada hancı içeri girer ve zabitin toplanmasına yardımcı olmaya başlar. Artık zabıt dayanamayarak Rada’yı tanyıp tanımadığını sorar. Hancıda kendisini pek tanımam ,ama babası iyi adam değildi, kilisede papaz iken kalktı bir gün komite oldu, geçen senede Velmefce’de vuruldu diye cevap verir. Zabit daha sonra o çok merak ettiği şarkı sözünün manasını sorar. Alacağı cevap onu yıkacak, kendisinden nefret etmesine neden olacak vicdanını rahatsız edecektir. Aşk şarkısı zannettiği şarkının Türkçe karşılı şudur. ‘Bizim olacak, bizim olacak İstanbul bizim olacak’
HÜRRİYET BAYRAKLARI
Hikayenin kahramanı olan Türk , sıcak ve yorgun geçen bir günün akşamında Demirhisar’dan Cumayıbala’ya gelerek bir otele yerleşir. Sabahleyin zurna ve davul seslerine karışan naralar, türkülerin gürültüsü ile uyanır.Gerinirken, bu kansız ve hakikate ancak manasız alkış tufanlarından ibaret olan zavallı düzme Türk inkılabının ikinci senesi olduğunu hatırlar. Milli bir bayram olduğunu “Lakin, acaba hangi milletin bayramı? “ diye düşünerek kalkar.Pencereden bakar,dışarıda karmakarışık bir kalabalık,kaynaşarak gitmektedir.Bulgar dükkanları açıktır.Sahipleri bu diyara yeni gelmiş hakim yabancılar gibi önlerinden geçen sırma cepkenli Türk delikanlılarına gülümseyerek bakmaktadırlar.Bir süre bu geçiş törenini , On Temmuz kutlamalarını izler.Dalmıştır, Türkiye’nin, vatanının ,bu mutlaka öleceğine iman edilen hasta adamın hayatını düşünür, yeise pek benzeyen acı bir hisle bütün zihniyetinin büzüldüğünü,işlemez bir hale geldiğini duymaktadır.Odanın kapısı açılır, Rum otelciatlarının hazır olduğunu söyler.Razlık’a gidecektir. Giyinir,yola çıkar.Bir saat sonra Papaz Bayırı’nı çıkan dik yokuşu tırmanmaktadır.Atından iner,tepeye çıkar.Biraz ileride bir atlı görür,kılıcının parıltısından bir zabit olduğunu anlar.Oda dinlenmektedir.yanına gider.Türkiye’de takdim vetakatdümebinced olmadığına Selam verir.Nereye gittiğini sorar. Gülümseyerek cevap verir.
‘Razlık’a efendim siz?’
‘Ben de’
‘O halde beraber gideriz’
Konuşmaya başlarlar. Konu politikadan açılır. Kahramanımız On Temmuz’un buralarda bile takdir olunduğunu söyler. Mülazım kahramanımızın hayretine canı sıkılmış gibi bir tavırla ‘On Temmuzu takdir etmek...’ bu da lafmı? Bu bizim en büyük en şanlı günümüz, en mukaddes milli bayramımız keşke bir gün yerine üç gün olsa der. Kahramanımız iddaaların aksini söyleyerek asabi munakaşacıları kızdırmak hoşuna gittiğinden ilave eder.
‘Hem bu nasıl milli bayram? Hangi milletin bayramı?’
‘Osmanlı milletinin.....’
‘Osmanlı milleti demekle Türkleri mi kasdediyorsunuz?’
‘Hayır, asla ... Bütün Osmanlıları... ‘
‘Bütün Osmanlılar kimlerdir?’
‘Tuhaf sual! Araplar,Arnavutlar, Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar, Yahudiler,
Ermeniler, Türkler...Hasılı hepsi...’
‘Bunlar demek hep bir millet?’
‘Şüphesiz...’
‘Fakat ben şüpheliyim’ der.
Bu mümkün değildir ve bu imkansızlık nasıl riyazi ve bozulmaz bir kaide ise birbirlerinden tarihleri , ananeleri, meyilleri, müesseseleri, lisanları, mefkureleri ayrı milletleri cem edip hepsinden bir millet yapılamayacağını, bunları bir sayıp Osmanlı demesinin yanlış olacağını söyler Mülazım şaşırmıştır. Onun şüphesiz ilk defa işittiği, bu kadar basit ve adi bir hakikaten şaşalamasını sersemliğe çevirmek için sözlerine devem eder. Osmanlılık kelimesinin duveli bir tabirden başka bir şey olmadığını , Rumlar’ın, Bulgarlar’ın, Sırplar’ın, bütün o eski esirlerimiz olan bugünkü uyanık milletlerin, Türkler’den intikam almak ve kendi öz kardeşleriyle, Balkan hükümetleriyle birleşmekten daha tabi daha makul, daha haklı mefkureleri olmayacağını anlatır. Lakin mülazım anlamadığını, gözlerinden, birden coşmasından anlaşılmaktadır. Mulazım ‘sizinle münakaşa edemem’ der. Çünkü fikirlerimiz taban tabana zıt...! Ayağa kalkarlar, atlarını yedeğe alarak yüremeye başlarlar. Bir süre sonra mülazım ‘ah, bakınız azizim...’ diye haykırır, ‘bakınız işte Osmanlılığın şahidi’.
Parmağıyla bin metre kadar ileride ucurumlu bir yarın kenarındaki küçük bir Bulgar köyünü gösterir. Köydeki sallanan kırmızı kırmızı hürriyet bayraklarının bugünkü Osmanlıların birbirleriyle en samimi ve hakiki kardeş olduklarını dünyaya anlaktıklarını, bu mukaddes On Temmuz gününü alkışlayan kırmızı bayrakları gösterir. Bulgar köyündeki insanların, Osmanlı vatanına düşmanlar hücum ettikleri zaman kendilerinden önce onların koşacaklarını, Osmanlılık namına kanlarını dökeceklerini savunur. Kahramanımız kendini tutamaz ve ‘Bu Bulgar’lar ha?...! der.
‘Evet bu Bulgarlar en sadık Osmanlılardır. Komitacılarla hiç münasebetleri yoktur. Fakat siz mutassıpsınız inanmazsınız. Daha sonra yollarından bir buçuk saat kaybedecek olmalarına rağmen kahramanımız mulazımın ısrarlarına dayanamaz ve köye gitmeye karar verirler. Köye geldiklerinde mulazımın en sadık dost dediği Bulgar’ların, tam aksine vurdumduymaz tavırları , hain ve kızgın bakışları ile karşılaşmışlar ve en önemliside mülazımın hürriyet bayrakları sandığı şeylerin aslında hava aldırmak üzere güneşe asılmış kırmızı biber dizeleri olduğunu şaşkınlık ve acı içinde görmüşlerdir.

Bizim Duygusal Zekamız

KİTABIN ADI Bizim Duygusal Zekamız
KİTABIN YAZARI Dr.Erdal ATABEK
BASIM TARİHİ 1999
KİTABIN YAYIM MAKSADI
Duyguların kontrol edilmesini öğreterek insanları daha yüksek hayat standartlarına ulaştırma.
KİTABIN ÖZETİ :
Duyguların yönetimi, insanoğlunun yaptığı en büyük keşiflerden birisi olmuştur. Yeni yeni keşfedildiği için de önemi sonraları daha iyi anlaşılacaktır. Ama artık bilinmelidir ki “Duyguları yönetmeyen insan aklını da yönetememektedir“. Duygularını yönetmek duygularını anlamak onları doğru yer ve zamanda iletebilmek, duyguların gücünü kullanabilmektir.
Artık bilim, bir otorite olarak, ruh dünyasının akıl ötesi bu en uzun noktasını acil ve karmaşık sorularına cevap verebilecek ve insan yüreğinin haritasını daha kesin bir biçimde çizebilecek konumdadır. Bu harita çizme çalışması bir anlamda, IQ yeni zeka katsayısını genetik deneyimler sonucu değişmeyen niteliğini ve adeta kaderin yaşam süresince bize verilen bu mutlak değerlere sabit olduğunu öne sürerek zekayı dar bir açıdan tanımlayanlara da bir meydan okuma niteliğindedir. Söz gelimi yüksek IQ ‘lu birinin çuvallamasında ve vasat IQ’lu bir diğerinin şaşırtıcı derecede başarılı olmasında hangi etkenler rol oynuyor? İşte bu fark kitapta “Duygusal zeka“ diye tabir edilen yeteneklerde yatıyor ve özdenetim, azim, sebat ve kendi kendini harekete geçirebilmeyi kapsıyor.
Duygularını yönetemeyenler, duygularının kendilerini yönettiğini anlamak zorunda kalırlar. İstek, tutku, korku, heyecan, sevgi, nefret, insan duygularıdır ve eğer bu duyguları biz yönetemezsek, bu duygular bizi yönetir. O zaman da biz duygularımızın bizi götürdüğü yere gideriz.
Zeki bir insan inanılmaz aptallıklar da yapabilmektedir. İşte bu “ İnanılmaz aptallıklar “duygusal zeka düşkünlüğünden kaynaklanan “aptallıklar” dır. Zekayı eksik, eksik olduğu içinde yanlış tanımlamanın hayatta çok sık görülen örnekleri bize “zekanın yeni boyutları”nı anlatmaktadır. Akademik zeka sayısal – sözel becerilerin alanıdır. Bugün, zeka olarak sadece bu alan bilinmektedir. Duygusal zeka farkındalık, irade geliştirme, oto – kontrol, dürtü kontrolü, empatik dinleme, empatik yaklaşım (başkasının ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlama), sorun çözme, grup çalışması yapabilme, sevgiyi, saygıyı bilme, yanlışı kabul etme gibi becerilerin alanıdır. Sosyal zeka, kendini ifade edebilme, etkin iletişim kurma beden dilini kullanabilme, kalabalık karşısında konuşma, eleştirilere karşı nesnel olabilme gibi becerileri kapsamaktadır.
Şimdi, duygusal zekamızı oluşturan öğeleri tek tek inceleyeceğiz ;
İnsan ruhu, doğanın bir parçasıdır ve doğa gibi boşluk kabul etmez. İçinde sevgiyi barındırmayan insan nefretle dolar ve insanlıktan uzaklaşır. Nefret etmeden birine kötülük yapmazsınız, nefreti içinde barındıran insan zaten öncelikle kendinden nefret etmiştir. İçinde nefreti yaşatan insan yüreğindeki sevgiyi kovmuştur.
Umutsuzluk toplumsal bir depresyon gibi çevremizi sarmış durumda. Kendimize güvenmiyoruz, topluma güvenmiyoruz, geleceğe güvenmiyoruz ve umutsuzuz. Umutsuzluk , insan iradesini felç eden bir zehir gibi toplumu sardığı zaman korkmak gerekir. Bir toplumda umutsuzluğu ortadan kaldırmadan hiçbir şey yapamazsınız.
Bir çocuk ıslığı sade ve alçakgönüllüdür. Bir yandan geçip giderken fark bile edemezsiniz. Çocuk oradan her gün gelip geçiyorsa, ıslığı sizde yer eder. O yer temiz ve ışıklı bir yerdir. Bir gün çocuk geçmeyiverir, ıslığı duyulmaz olur. Birden onu nasıl da farketmiş olduğunuzu anlarsınız. O ıslığı artık duymazsınız ama sizdeki yeri kalır. Sadeli ve alçak gönüllülük artık orada yaşayacaktır.
“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” sözü çok derin anlamlar taşımaktadır ve herkesi düşündürecek büyük bir doğruyu açıklamaktadır.
“Olduğu gibi görünmemek” sonuçta “olmadığı gibi görünmek” demektir. Bunu büyük bir marifet saymakta sonuçta hiç kimseyi aldatamaz, kişinin (yada toplumun) kendisini yanıltır.
Olumlu yaşama gücü sadece güven artırıcı, rahatlatıcı bir şey değildir, aynı zamanda mutluluk verici, sağlığı artırıcı bir yöntemdir. Bir insana”yapabileceğini” söylediğiniz her işin yapılması kolaylaşır. Tersine “yapmayacağını” söylerseniz onu yapabilme gücü önemli ölçüde kişinin kişiliğine bağlı olarak azalabilir.
Mazeret, elden gelen her şey yapıldıktan, akılcı her yol denendikten, yapma iradesi sonuna kadar kullanıldıktan sonra geçerli olabilir. Böyle olmadığı zaman, mazeret denen şeyin adı, bahane bulmaktır.
Bir toplum, sorumluluk alabilen insanları kadar güçlüdür. Sorumluluk almanın ilk adımı, kendimizden başkalarının da var olduğunu bilmemiz, kabul etmemiz, onunla paylaşmayı kabul etmemizdir. İkinci adımı, kendi yaptıklarımızın “neden – sonuç” ilişkisini düşünmemizdir. Ve son olarak da “kendi yaptığımızın” riskini almamız, sonucuna katlanmayı göze almamızdır.
Birey olmanın alt yapısında özgürlük ve sorumluluk birlikte bulunur. Sorumluluk vermeden özgürlük verilirse “bencil – başıboşluk” özgürlük vermeden sorumluluk verilirse “köleci itaat “ doğar.
Ne gariptir ki; insanlar neden mutsuz?Nedir bu? Hayat bunun için mi yaşanıyor? İçimizdeki yaşama sevincini neden duyamıyoruz?....vs., bu sorular için ne paneller yapılıyor, ne de sorun kabul ediliyor. Oysa, belki de yaşama mutluluğunun önündeki en büyük engel bu sorunu görememektir.
Değerli kültür insanımız Mina URGAN’ın bir söyleşisinde “her koyun hepimizin bacağında asılır” der. Mina URGAN bu sözü, ünlü atasözümüz olan “her koyun kendi bacağından asılır” sözüne karşı söylüyordu. Aslında ata sözümüz kişisel sorumluluğu Mina URGAN ise toplumsal sorumluluğa dikkatimizi çekiyor.
“Başarısız olma sanatı” kimselerin ilgilenmediği önemli bir beceridir. Herkes “başarılı olma” peşinde koşar. Oysa önemli olan bir konuyu olumlu – olumsuz yanlarıyla kavrayabilmektir.
Kimi zaman öyle bir şey yaşanır ki “kazanan kaybeder” “kaybeden kazanır”. Ama bütün toplumun daha bir çok şeyi şimdiden kaybettiği çok açık. Bu toplum sürekli değer yargıları kanaması yaşıyor. İnsanları düşündüren, durduran, harekete geçiren “onur” gibi “dürüstlük” gibi, “neyi ne için yaptığını bilmek” gibi kalite eksenleri, bir sirk aynasının her şeyi eciş bücüş eden görüntüsünde kaybolup gidiyor. Toplum büyük bir eksen kaybına uğruyor.
Bir toplumda adalet insanları ödeştirmezse, insanlar kendi ödeşmelerini yeğlerler. Adalet ve siyasi iktidar, insanları ödeştirmezse, o toplumda “kişisel güç” iktidar olur. Mafyanın doğduğu alan da budur.
İçinden gelen dürtüleri kontrol edememe insanların başına çok dert açmıştır. Bir şeyi yapmak için içinden “dürtülen” kişi gerginleşir, huzursuzlaşır. Eğer yapmak istediği şeyin yanlış olacağını ya da sonradan başına iş açacağını kavramışsa, daha önceki daha önceki deneyleriyle anlamışsa yapmamak için döner dolaşır. Ancak gerginliği arttığından, başka türlü sakinleşemeyeceğini bildiğinden ayakları oraya giderek o işi yapar.
Yapılan bireysel hatalarda aileler suçlanmamalı, onlara yardımcı olunmalıdır. Gençler suçlanmamalı, onlarla arkadaş olunmalıdır. Çocukların ve gençlerin “kişilik eğitimi” için bütün eğitim kurumlarında program değişiklikleri yapılmalıdır.
Gençlerle ilgilenmenin ne olduğunu bilmeliyiz. Onların değerlerini arttırıcı çalışmalar, kendilerini açıklamaya uygun ortamlar, sorunların tartışılması, sağlam bireysel ve sosyal bağların kurulması hepimiz için çok önemlidir. Olaylara üzülmek ve sevinmek sadece yüzeysel bir bakış açısından ibarettir. Gençlerle, onları severek, onlara değer vererek, onları anlayarak ilgilenmeliyiz. Aksi taktirde ortaya; ruh sağlığı bozuklukları, kimlik bunalımı, sosyal değerler kargaşası, köksüzlük ve bağsızlık, hayatın anlamsızlığı ve hiçliği gibi psikolojik sorunlar ortaya çıkar.
Çaresiz insana yeniden bakmamız gerekiyor. Yasaklanmış dünya nimetleri, engellenmiş dürtüleri, her şeyin var olduğu bir hayatta,”hiç” olduğunu anlamanın öfkesini biriktiren insana yeniden bakmamız gerekiyor. Her şey onunla başlıyor ve onunla bitiyor.
İnançla bilinci doğru yerlere koyamamış, birbirine karıştırmış bir toplum kültürünün gel gitleri yaşanıyor. İnanç sahibi olmayı “aydınlanmak” sayan bir anlayışla bilinç sahibi olmayı “inanmakla” açıklayan düşünce, kendi kargaşa ortamını da yaratıyor. Bugünkü çalkantıların temel nedeni budur.
“Karar vermek” insanın kendi içindeki sınavdır. Eğer kararı gerçekten kendiniz verecekseniz bir dizi zihinsel işlem yapmanız gerekecektir. İster bir gömlek almak, ister bir partiye oy vermek olsun, karar vermek işlemi” ne istediğinizi bilmek” le başlar.
“Korku” nesnel bir tehlikeye karşı duyulan sağlıklı, koruyucu tepkidir. “Kaygı” ise nesnel bir tehlike olmadan sanki bu tehlike varmış gibi kişinin ürkmesidir ki sağlıksız bir tepki demektir. Kaygı önce güven duygusunu ortadan kaldırır, kişi kendini güvensiz bulur. Bu durumda hayata katılımını azaltır, çekinik kalmayı yeğler, ilgi alanını daraltır, kendine ve herkese karşı bir güvensizlik geliştirir.
Onun içinde “kişisel ve toplumsal korkuları ve kaygıları yenmek” günümüz toplumlarının en önemli sorunu sayılmaktadır. Bu konu bitmeden anlaşılmadan, irdelenmeden, çözümü için çalışılmadan insanlar rahat edemeyecektir.
On beş milyon kişi Sayısal Loto oynamış, toplanan para bir trilyonu geçmiş. Bir gazete de “bu para çıldırtır” diye manşet atmış. Alın size 1999 Türkiye’sinin gerçekçi bir fotoğrafı. İşte bu davranışı belirleyen sözcük “umut” değildir. Gerçek “umut” güven duygusuna dayalı sağlıklı bir beklentidir.
Çevremizde sayısı giderek artan “diplomalı cahil” tanımına uyan bu tanımlama neyi anlatıyor? Burada anlatılan “bir meslek kazandırmak için eğitilirken kişiliği ve özerk düşünce yetisi geliştirilmemiş kişi” nin gerçekte eğitilmiş sayılıp sayılmayacağıdır. Öncelikli sorun “neyin neden yapıldığını bilmek”tir. Çağdaş eğitim; insanı kişiliğinde yetiştirmek, eleştirel düşünce yetisi kazandırmak, bu donanımla bir meslek ya da sanatta başarılı kılmak için yapılmaktadır.
“Soru sormak” zekanın işlerliğidir. Eğer soru sormayı durdurursanız, soru sormaya izin vermezseniz o ortamda zeka işlevlik kazanamaz, kişilik gelişmez. Sorusu olmayan, hep yanıtı olan bir kültür geri kalmış bir kültürdür.
Mayıs ayı sonunda “üniversite giriş sınavı” var. Bir buçuk milyon kadar öğrenci bu sınava girecek. Lise 2.sınıfta başlayan “alan seçme” ile girilen yolun sonu bir yüksek öğrenim kurumuna girme başarısıyla biterse, çabalar boşa gitmemiş olacak. Ne var ki çoğunluğun istediği yere giremeyeceği ya da başarılı olamayacağı, bu sınavla bütün bir geleceğin meslek açısından belirlenmesi başlı başına kaygı nedenidir.
Sonuçta bu sınav da her engel gibi hayatın sonu değildir. Yapılacak olan da kalan zamanı etkin bir programla değerlendirerek sınavdan en iyi sonucu almaya çalışmak, sonrası için de bu sınavdan çıkarılacak dersleri alabilmektir. Başarı, onu hak edenlerin olacaktır.
Ulusal futbol takımımız heyecan verici bir oyundan sonra Hollanda ulusal futbol takımını 1 – 0 yendi. Bu maç kazanıldı ve sevincimiz bir futbol maçını kazanmanın çok ötesine geçti.
Hollanda futbol takımını yenmeye çok önem veriyoruz ama işin geri yanına hiç önem vermiyoruz. Bizim sorunumuz burada. UNESCO tarafından yapılan araştırmaya göre bugün dünyadaki en iyi matematik eğitiminin Hollanda’da yapıldığını bilmek pek azımızın ilgisini çekmektedir. En iyi bilim eğitimi Japonya’da, en iyi sanat eğitimi ABD’de, en iyi yetişkin eğitimi İsveç’te yapılmaktadır. Biz bunlarla ilgilenmiyoruz. Günlük başarılara değil süregelen başarılara sevinmeyi öğrenmemiz gereklidir.
Başarının sırrı nedir? Bir öğrencinin başarısından, futbol takımının zaferine kadar başarıyı teşkil eden unsurlar; isteklenme (Ben bunu yapmak istiyorum), donanım (Bilgi, beceri gibi altyapıların sahip olma), yapabilme gücü (Performans), değerlendirebilme (Kendi durumunu), ve düzeltme (Yanlışlıklarını ve eksikliklerini tamamlamak) unsurlarıdır.
Almanya’nın büyük bir kentinin banliyösünde bahçeli, çiçekli, ağaçlık bir bölgeden asfalt bir yol geçirme kararı alınmıştı. Yolu yapmak için gelen teknik heyet ve işçiler incelemelerini yaptılar ve asfalt dökümüne başladılar. Kullanıma açılmasına birkaç gün kala asfaltın, altta kalan çiçekler tarafından bozulmakta olduğunu tespit ettiler. Tekrar asfalt döküldü, yine aynı sonuçla karşılaştılar. Bu çiçek türü incelenmeliydi. Botanikçiler geldi gerekli incelemeyi yaptılar ve asfaltın, dökülüp pürüzsüz yayılması için bu çiçeklerin ortadan kaldırılması gerektiğine karar verdiler. Biz bu çiçeğe ve yola “Asfalt Çiçeği” adını verdik. Arkadaşımın bana anlattığı bu olay beni hayata bağlamıştı. Bir çiçek asfaltı yenebiliyorsa insanoğlu da bütün güçlüklerin üstesinden gelebilir. Yeter ki duygularını en iyi şekilde kullanıp kontrol edebilsin.
Her şey bizimle başlayacak, bizimle değişecektir.

Bir Kapı Kapanır Bir Kapı Açılır

Bir Kapı Kapanır Bir Kapı Açılır
KİTABIN YAZARI Arthur PINE ( Çeviren : Ulaş KAPLAN )
BASIM TARİHİ 1997
KİTABIN YAYIM MAKSADI
KİTABIN ÖZETİ :
BİR KAPI AÇILIR BİR KAPI KAPANIR
Yaşamı boyunca bir çok başarısızlıkla yüz yüze gelen insanoğlu inatla savaşır, yeteneklerine güvenir ve asla vazgeçmezse başarıdan başarıya koşar. Önemli olan kapıların kapanmasını yeni bir şans olarak değerlendirmektir. Hiçbir şey olanaksız değildir. Yeter ki hayallerinizi gerçekleştirmek için gerekli olan adımları cesurca atın, gerisi zaten gelir.
Başarısızlığa uğrayan insanların, parçalanmış ailelerin, kentlerin ve çöken politik sistemlerin sıkça görüldüğü günümüz dünyasında yinede başarılarıyla başarısızlıkları gölgeleyen insanlara rastlıyoruz. Bir kapı kapanıyor bir kapı açılıyor.
Aslında başarısızlık içimizdeki cevheri ortaya çıkarmak ve “ yaşam fırsatlarla doludur” sözünün doğruluğunu kanıtlamak için binlerce fırsatla doludur. İyimser olan ve zorluklarla mücadele edip yılmayan insanlar yaşam boyunca kazanır, yılgınlıkla yere düşenlerse hep kaybeder. Başka bir deyişle; mücadeleci insanlar için başarısızlık, büyük başarılara açılan bir kapı olarak algılanmalıdır. Kendinizi kötü, karamsar bir durumdan kurtarmak için başkasına veya şansa bel bağlamayın, kendi gücünüzü sonuna kadar kullanın. Çünkü sizin dayanma noktanızı başkası bilemez. Aksilikleri, zorlukları, başarısızlıkları yeni kapıları aralamak için altın tepsi ile getirilmiş fırsatlar olarak görün. Hangi durumda olursanız olun yeteneklerinize güvenin. Kötü bir tecrübe azminizle hatırı sayılı bir kariyerin başlangıcı olabilir.
Kapıların neden kapandığını iyi irdelerseniz, yani geçmişe yönelik muhakemenizi ne kadar iyi yaparsanız bunu olumlu bir deneyime dönüştürme şansınız o kadar artar zirveye ulaşmak için kısa kısa ama temkinli adımlar atın. Her adımda geriye dönüp neleri eksik yaptığınızı bulun. Bu şekilde zirveye çıkanlar kolay kolay alçaklara inmezler.
İçinde bulunduğunuz durumu değiştirmek, istediğiniz başarıya ulaşmak zor hatta imkansız görünüyorsa, kısa süreli hedefleri düşünün. Kendiniz için neyin önemli ve öncelikli olduğunu düşünün planlarınızı ona göre yapın başarısızlık ve hayal kırıklığı pes etmezseniz size mutlaka yeni kapılar açacaktır. Hiç beklemediğiniz bir anda yaşamınızın en verimli ve başarılı çağında değişim planlarınız birden bire geriye tepebilir, yıkılabilirsiniz. Ne olmuş yani? Kariyer ve mevki sahibi insanların tamamına yakını mutlaka başarısızlıklarla tanışmıştır. Peki onların diğer insanlardan farklı kılan nedir? Onlar olumsuz deneyimleri olumluya dönüştürerek yaşamda başarıya ulaştıran bir yola odaklanmış ve kazanmışlardır. Fakat bunu her insandan beklememiz yanlış olur. Bir çok kez başarısızlığa uğrayabilirsiniz. Ama bunun sizi yıkmasına izin vermeyin, umutsuzluğa kapılıp kendinizi bırakmanız tamamen aptalca bir davranış olur. Böyle bir tutum ancak öz benliğini yitiren zavallı insanlara yakışır.
Başarıya giden yol kendine inanmaktan geçer. Kariyer sahibi insanlar bir kapının yüzüne kapanıp hemen ardından yenisinin açılması deneyimini yaşamıştır. Hepsinin kendisine söylediği tek söz ise “kendime inanıyorum” olmuştur. çok istediğin arzu ettiğin şey gerçekleşmiyorsa bile o isteğinden hemen vazgeçme. Durumu değerlendir, çok az bir ihtimal bile olsa kapıyı aralamaya, başarıyı yakalamayı çalış çaba göstermek sana bir şey kaybettirmez. Aksine kendine inanmanı sağlar. Ayrıca vazgeçmeme, o şeyi ne kadar çok istediğinizin somut bir kanıtıdır. İçinde bulunduğunuz koşullar ne olursa olsun isteğinizi almak için sonuna kadar uğraşın.
Kaç kez başarısız olduğun önemli değil, önemli ola tek bir başarıdır. Kapanan bir kapıyı üzüntüyle, hayal kırıklığı ile terk etmeyin, uzaklaşmadan önce kapıyı tekrar çalmak için zorlayıp, zorlayamayacağınızı bakın, bir çatlak görürseniz yaslanın, kapıyı tüm gücünüzle ittirin, ağırlığınızı verin, vazgeçmeyin.
İlerlemenin tek yolu değişimi benimsemektir. Bunu yapamıyorsanız , zaten baştan kaybetmiş olursunuz. Değişim yeni planlarınızda size yeni ufuklar açacak bir anahtardır. Bu anahtarı doğru kullanırsanız başarıyı yakalarsınız. Değişim onunla birlikte hareket ederseniz iyidir. Başarıyı yakalamak için taktik değişikliği de yapabilirsiniz. bir sefer başarısız olduysanız başka sefer aynı amaç için yeni bir yol deneyin. Sürekli aynı düşünmeyin bırakın aklınız yeni fikirlerin peşinde koşsun. Azminiz size fazlasıyla karşılığını verecektir.
Yeni kapılar aralamak için size yakın olan dostlarınızla fikir alış-verişinde bulunabilirsiniz. Sizi iyi tanıyan ve artılarınızı belirlemenizde yardımcı olabilecek bir dostunuzla oturup düşünün. Ayrıca başarısız olduğunuzda kendinize “bu durumdan çıkartabileceğim olumlu dersler nelerdir?” deye sorun. Bu ilerdeki girişimlerinizde size yardımcı olacaktır.
İnsanlarla iyi iletişim kurmakta sizi başarıya ulaştıracaktır. insanlara vereceğiniz intiba çok önemlidir. Konuşurken dik durun sakin bir ses tonuyla konuşun göz temasından kaçınmayın. Dış görünümünüzde başarıya giden yollardan birisidir.
İnsanlara karşılıksız yardım etmek‘de sizi başarıya götürecektir. iyi insan ilişkileri size beklenmedik kapılar açacaktır. Bunu sakın aklınızdan çıkarmayın insanlara yardım edin. Yükselirken yardım ettiğiniz insanlar bir kapı kapandığında ve onlara gereksinim duyduğunuzda size yardım edeceklerdir. Yaptığınız en küçük bir kötülükte size aynı kapının kapanmasına neden olabilir.
Siz başarıya ulaşmak için bütün zorluklara göğüs gererken, sizden yararlanmak isteyen insanlar olabilir. Bunlara asla taviz vermeyin ve zamanı geldiğinde kendi iyiliğiniz için bu tür insanların suratlarına kapıyı kapatmaktan çekinmeyin. Böyle yapmazsanız başarı kapılarınız açılmada kapanır. Arkadaşlığınızı riske etmek uğruna olsa bile onlarla yüzleşmekten çekinmeyin.
Bir kapı kapanır – ne olur yani?
Kendine ve yeteneklerine güveniyorsan kendi ayaklarınız üzerine konarsın.
Kapıların kapanmasını yaşamın sizin için başka planları olduğu şeklinde yorumlayın.
Hiçbir şey olanaksız değildir.
Kapılar kapandığında paniğe kapılmayın. Sisi geriletmesine izin vermezseniz, bundan sizin yararınıza büyük şeyler doğar.
Hayallerinize tutunun,onları gerçekleştirmek için elinizden geleni yapın. Gerisi zaten gelir.
Asla vazgeçmeyin.
Deyişimi benimseyin,ilerlemenin tek yolu budur.
Başkalarına suçlamayın, istediğiniz her şeyi gerçekleştirebilirsiniz. Deneyin durun ve düşünün. Sonra yüne deneyin. Daha iyi bir yol bulun.

Bir Genç Kız Yetişiyor

KİTABIN ADI Bir Genç Kız Yetişiyor
KİTABIN YAZARI Betty SMITH / Nihal YEĞİNOBALI
YAYINEVİ VE ADRESİ Altın Kitaplar Yayınevi Cağaloğlu / İSTANBUL
BASIM TARİHİ 1999
KİTABIN YAYIM MAKSADI
Ailedeki Sosyal Ve Fiziki Şartlar Ne Olursa Olsun, Genç Bir Kızın Yetişmesinde Ailenin Ve Çevrenin Etkileyici Rollerini İzah Etmek.
KİTABIN ÖZETİ :
New York'un Brooklyn semtinde yaşayan Nolan ailesinin uzun bir yaşamını takriben 20 yıl içine alan bir romandır. Nolan ailesi baba; Jhonny, anne Katia, küçük erkek çocuk Neeley ve bir yaş büyük ablası Francie olmak üzere dört kişilik bir ailedir. Baba Jhonny; yakışıklı, sarışın, uzun boylu, iyi giyinen bir gençtir. Ailesinin yaşayan tek kişisidir. Bütün kardeşleri ırsi bir hastalıktan dolayı 30-32 yaşlarında ölmüştür. Anne Katia; fabrikada çalışan genç, güzel ve hayatta kimsesi olmayan bir kızdır. Jhonny ve Katia bir arkadaşları vasıtasıyla tanışmıştır. İlk görüşte birbirlerinden etkilenen bu iki çift zamanla birbirlerine aşık olur ve küçük bir düğün merasimi yaparak evlenirler. Birbirlerini çok seven bu çiftten Jhonny zamanla kendisini alkole vermiştir ve zaman zaman ailesini ihmal etmektedir. Fakir olmalarına rağmen ilk başlarda Katia çok çalışıp para kazanarak geçimlerini sağlamaktadır. Jhonny garsondur ve garsonlar cemiyetine üyedir. Ara sıra iş bulur ve üç beş kuruş para kazanır, onu da içkiye vermektedir. Ailenin Francie diye bir kız çocukları, bir yıl sonra da Neeley diye bir erkek çocukları dünyaya gelir. Annenin tek amacı bunlara iyi bakmak ve ileride birer diploma sahibi olmalarını arzulamaktadır. Zamanla çocuklar 7-8 yaşlarına gelirler. Anne: Francie'yi, okula yaşı geldiği halde ilk sene göndermez. Amacı kendinden bir yaş küçük olan erkek kardeşi Neeley ile birlikte gidip birbirlerini korumalarını sağlamaktır. Büyüyen bu iki çocuk babalarının durumlarını bilirler. Yine de babalarını çok seviyorlar, arada sırada onunla çarşıya çıkıp istedikleri yerleri geziyorlar. Bu da onları çok sevindiriyor. Tek sevinçli ve eğlenceli günleri noel geceleridir. Francie ve Neeley küçük yaşta hırdavat toplayarak para kazanırlar. Kazandığı paradan kendilerine bir miktar ayırıp kalanını tenekeden yapılmış kumbaralarına atarlar. Amaçları yaptıkları bu tasarruf ile ileride toprak veya ev sahibi olabilmektir. Bu öneriyi Katia'nin annesi hep yapmış ve Ktia’nın ilerki hayatında da bunun faydasını görmüştür. Katia annesinden gördüğü bu idareyi çocuklarına da öğretmiştir. İleride bu paradan yeterince faydalanmışlar ve en sıkışık zamanlarında bu para bir hızır gibi yardımlarına yetişmiştir.
Günler ilerlemiş Francie büyümüştür. Artık genç bir kızın hislerine bürünmüştür. Bu iki kardeş; boş zamanlarının çoğunu teyzeleri Evy ve Sissy ile geçirmektedirler. Büyüyen Francie artık hırdavat toplayıp bunları hırdavatçıya satmasının uygun olmayacağını; hırdavatçının kendisine yaptığı sarkıntılıktan anlamakdır. Nihayetinde bu işi bırakmıştır. Çocuklar bu işi yaparken aynı zamanda okumaktadırlar. Francie çok başarılı bir öğrencidir ve okumayı çok sevmektedir. Sürekli kütüphaneden kitaplar almakta ve sürekli okumaktadır. Tabii ona da okuma şevkini annesi Katia vermiştir.
Katia ve Jhonny ailelerinin geçimi için birlikte bir okulun temizlik işini almışlardır. İyi de para kazanmaktadırlar. İyiye giden geçimleri onlara biraz daha rahat yaşam sunmaktadır. Ancak Katia bir üçüncü çocuğunu dünya'ya getirmek için hamile kalmış ve doğum yaklaştığı zaman Katia işi bırakmıştır. İşi bir süre Jhonny yapmaktadır. Ancak doğum gecesi Jhonny, okulun temizliğini unuttuğu için okul müdürü tarafından işten atılır. Aile tekrar fakir duruma düşer. Kaldığı evden de teyzeleri Sissy'nin ahlaksızlığı yüzünden namusuna düşkün olan Katia çıkmak zorunda kalır ve temizliğini yaparak kirasını ödeyebileceği üç katlı bir eve kiracı olarak yerleşmiştir. Fakir ama huzurlu bir aile hayatı sürdürmeye çalışan Katia kararlı, çalışkan aynı zamanda ailenin reisi konumundadır. Çocuklarını terbiyeli ve kişilikli yetiştirmektedir.
İlerleyen zamanlarda artık Francie büyüdüğünün farkına varmaktadır. Annesine cinsellikle ilgili bir takım sorular yöneltmektedir. Anne Katia ilk önce kaçamak cevaplar verse de yine de kızını bir köşeye çekip kızını bu konu da bilinçlendirmekte ve uyarmaktadır. Zamanla babaları Jhonny aldığı aşırı alkol sonucu ölür. Babalarını kaybeden ailede uzun bir süre sessizlik hakim olmaktadır. Bu arada Katia'nin üçüncü çocuğu olmuştur. Katia iş yapamaz durumdadır ve evin bütün geçimi Francie'ya kalmaktadır. Ailenin geçimini sırtlayan Francie okula zorunlu olarak gitmekten vazgeçmektedir. Ancak kardeşi Neeley'i zorla da olsa okula yazdırırlar. Katia girdiği her işte başarılı olmaktadır. Kazandığı para az da olsa geçimlerini sağlamaktadır. Katia birkaç işte çalıştıktan sonra bir gazeteye işçi olarak girer. Çok azimli çalıştığı için bir anda patronun gözüne girer. Yeni ve küçük olmasına rağmen odadaki personelin herbirinin iki katı iş yapıyor, ancak en düşük maaşı o alıyordu. Zamanla maaşı artar ve ona müdürlük teklif ederler. Ancak Francie bunu kabul edemez. Çünkü annesi zengin bir koca ile evlenir. Artık onlara düşen sadece, annelerinin hayalinde olduğu gibi okumaktır.
Annesine talip olan babalık Miss Garnder, meyhane işleten zengin bir adamdır. Miss Garnder ile Katia evlenir. Francie işten ayrılır ve üniversiteye yazılır. Neeley liseye gitmektedir. Günde 200 gazete okuyan Francie, kültürünü arttırmıştır. Artık okuldaki dersleri ona basit gelmektedir. Francie'ya okulda sürekli genç öğrenci olan Ben yardım etmektedir ve onunla ilgilenmektedir. Francie ona karşı ilgi duymakta ama zamanla Ben bazı sebeplerden dolayı ayrılmak zorunda kalır. Francia’nın Ben’den ayrılması uzun süre olmuştur. Bu süre içinde Lee diye birisi ile çıkmaya başlar. Duygularını onunla tazelemek istese de bu da olmaz. Sonunda Francie bu yalancı aşklardan sonra çok eski okul arkadaşı Ben ile karşılaşır. Onunla mutlu olmaya çalışır. Yarınlarının mutluluğunu aramaya koyulurlar.
Zor şartlar karşısında dahi genç bir kız çocuğunun yetişmesindeki temel kişilik faktörleri. Bunların eksik olduğu bir ortamda kızların toplum karşısındaki başıboş yaşantılarının doğuracağı menfi sonuçlar anlatılmaktadır.

Bir Dinozorun Gezileri

KİTABIN ADI Bir Dinazorun Gezileri
KİTABIN YAZARI Mina URGAN
BASIM TARİHİ 1999 (49.BASIM)
KİTABIN YAYIM MAKSADI
Hayatı boyunca gezip gördüğü yerlerin olumlu ve olumsuz yönlerini okuyucularına sunmak
KİTABIN ÖZETİ :
BİRİNCİ BÖLÜM : KÜÇÜK MUTLULUKLAR
Mutlu olmak için; toplumda önemli bir mevki, bol para, başarıyla yürütülen bir iş olmasının gerekmediğini aksine bunların küçük mutluluklara zaman ayırmamızı engelleyebilir nitelikte olduğunu belirtiyor. Küçük mutlulukların, ağır hastalarda tüm antibiyotiklerden daha etkileyici bir ilaç olduğunu savunuyor ve bunu kendi hayatında yaşamış olduğu örneklerle kuvvetlendiriyor.
İKİNCİ BÖLÜM : DENİZ TUTKUSU
Urgan bu bölümde denize olan aşkını ve tutkusunu vurguluyor. Denize girmenin kendisini bütün sıkıntılardan arındırdığını, dertlerini yok ettiğini, hastalıklarını iyileştirdiğini anlatıyor ve ekliyor; “Şu anda seksen iki yaşında ve dört kaburga kemiğim kırık olduğu halde, havalar biraz ısınınca denize gireceğim günleri özlemle bekliyorum”
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : ESKİ VE YENİ BODRUM
Bu bölümde kuvvetli bir geçmişe özlem sergiliyor. Eski Bodrum’la Yeni Bodrum’u karşılaştırıyor. Süngercilik ve mandacılıkla geçinen yoksul, küçük bir kasabanın yerini lüks barlarla lokantaların aldığını, şalvarlı kadınların yerlere oturup sabırla sünger ayıkladığı yerleri şimdi pahalı ve “marka” giyim eşyası satan dükkanların aldığını belirtiyor. Yazdığı her satır hüzünlü bir serzeniş ve Yeni Bodrum’a karşı duyduğu gizli bir küskünlük kokuyor. Fakat Bodrum’a olan sevgisi o kadar büyük ki, şimdi bile güneş batarken kumsalda oturup Kale’yi izlerken Bodrum’un ne kadar güzel olduğunu söylemekten kendisini alamıyor.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM : MAVİ YOLCULUK
Urgan Mavi Yolculuğu sadece gezmek tozmak değil, Ege ve Akdeniz uygarlılarının kalıntıları konusunda bilgi edinmek, gerekli kitapları okuyup araştırmalarda bulunmak olarak tanımlıyor. Mavi yolcular ise Sabahattin Eyüboğlu’nun özenle seçtiği genç aydınların biraraya gelmesinden oluşuyor. Gökova’nın, Ölüdeniz’in ve Sedir Adası’nın güzellikleriyle yazısını sürdürüyor. Sadece bu şirin beldelerin güzelliklerini anlatmakla yetinmiyor, mavi yolcuların birbirleriyle yaşadıkları unutulmaz anılarla eserini süslüyor.
BEŞİNCİ BÖLÜM : ANADOLU
Bu bölümün her satırı buram buram Anadolu kokuyor. İç turizm denen olayın 1970’li yıllarda başladığını söylüyor. Antalya’nın güzelliklerini bir Fransız profesörden duyduğunu ve gitmeye kalktığında arkadaşlarından büyük tepki aldığını söylüyor. Daha sonra bir ciple İstanbul’da başlayıp Van’da sona eren yolculuğunu akıcı bir üslupla okuyucularına sunuyor.
ALTINCI BÖLÜM : AVRUPA’YA YOLCULUKLAR
Urgan, bu bölümde Avrupa’dan ziyade maceralı yolculuklarını anlatıyor. Avrupa’ya gitmek için çok paraya ihtiyaç olmadığını az paraylada yolculuk yapılabileceğini belirtiyor. Avrupa’ya gidişinin bazen otobüsle, bazen üçüncü mevki trenle, bazen de güverte yolcusu olarak gerçekleştiğini bundanda büyük bir haz duyduğunu söylüyor.
YEDİNCİ BÖLÜM : PARİS
Urgan, Paris’te gizemli bir çekicilik buluyor. Sinemalarını, köprülerini, metro istasyonlarını etkileyici ve özendirici bir dille tasvir ediyor. Bunun yanında Paris’in, kimilerinin sandığı gibi neşeli bir yer olmadığını, açlıktan ölen evsiz insanların bulunduğunu, dilencilerin ve hırsızların sokaklarda kol gezdiğini, insan ilişkilerininde çok zayıf olduğunu üzülerek ekliyor.
SEKİZİNCİ BÖLÜM : İNGİLTERE
İngiltere’nin güzelliklerinden çok insanları hakkındaki gözlemlerini vurguluyor. İnsanlarının, herkesin sandığı gibi, soğuk dik başlı, kendini beğenmiş olmadığını bilakis sevecen, canayakın ve kibar olduklarını vurguluyor. Gelenek ve göreneklerine son derece bağlı, bazı sınıflara ayrılmış bir toplum olarak tanımlıyor. Cambridge’e karşı duyduğu aşırı sevgi ve ilgisi de dikkatimizi çekiyor.
DOKUZUNCU BÖLÜM : İTALYA VE BAZI AVRUPA KENTLERİ
Bu bölümde, İtalya’nın hava müzelerini, Venedik’in irili ufaklı köprülerini, Roma’nın anıtlarını, Madrid’in boğa güreşlerini, Amsterdam’ın genelevlerini eleştiri ve övgüleriyle yoğurup okuyucularına sunuyor.
ONUNCU BÖLÜM : SOVYET RUSYA VE DOĞU BLOĞU ÜLKELER
Urgan Sovyet Rusya’yı anlatırken kendi ideolojisini ülkenin doğal ve tarihsel güzelliklerinden daha baskın işlemiş. Ancak Varşova’yı anlatırken bu etkiden kurtulduğunu görüyor, Varşova’nın birbirinden güzel çiçek kokularını içinizde hissediyorsunuz.
ONBİRİNCİ BÖLÜM : AMERİKA, LOS ANGELES VE MEKSİKA
Kaliforniya’nın olağan üstü zengin bir doğaya sahip olduğunu; fakat doğadan fışkıran bu güzellikle insanların yaptıkları çirkinlikler arasında bir çatışma olduğunu ifadelerinden anlıyoruz. Los Angeles’dan çirkin yapılarından dolayı hiç hoşlanmadığını belirtiyor. Hindistancevizi ağaçlarıyla dolu, altın kumsallara sahip, gök yüzü bulutlanmadan yağmurların yağdığı Mexico City’e de doyamadığını belirtiyor.
ONİKİNCİ BÖLÜM : AMERİKA, NEW YORK VE SAN FRANCISCO
Urgan bu bölümde; Manhattan adasının ürkütücülüğünü, Central Park’ın doğallığını, Long Island’ın uçsuz, bucaksız kumsallarını, Harlem’in yoksulluğunu, Napa’nın boy boy şarap fıçılarıyla dolu mahzenlerini, Golden Gate Körfezi’nin ve Büyük Okyanus’un nefes kesen o görkemli doğasını, San Francisco’nun asma köprülerini akıcı bir üslupla anlatıyor ve birbirinden ilginç anılarıyla süslüyor.

Bir Çiçek Bin Sevgi

KİTABIN ADI Bir Çiçek Bin Sevgi
KİTABIN YAZARI Barbara CARTLAND / Füsun DORUKER
YAYINEVİ VE ADRESİ Altın Kitaplar Yayınevi Cağaloğlu / İSTANBUL
BASIM TARİHİ Ocak 1986
KİTABIN ÖZETİ :
Öykünün kahramanları güzelliği ile prens Albert’in kalbini çalıp onunla evlenen, son derece ihtiraslı, genç ve yakışıklı erkeklere zaafı olan Aline Longston ve onun avlarından biri olan, bütün kadınların hayran olduğu Dük Tynemount‘tur.
Kontes Aline Longston, Buckıngham Sarayı’nda yapılan bir baloda Dük Tynemount ile karşılaşır. Dük ilk bakışta kontese karşılık vermemeye çalışırsada Contusion güzelliği karşısında isteklerine boyun eğerek, Kontesle tutkulu bir aşk yaşamaya başlar.
Kontes’in kocası Prens Albert, durumdan şüphelenmiş gibi olduğunda, Kontes onu öyle iyi idare eder ki, Prens böylesine mükemmel bir kadınla beraber olduğu için içi huzur dolar ve kendini çok şanslı görür.
Ancak Contusion’un bu sefer ki aşkı hiçbirine benzemez, Dük Tynemount’an ayrılamaz ve onunla sürekli görüşmek ister. Bu arada Kraliçe Dük Tynemount’u çirkin yeğeni Prenses Sophie ile evlendirme planı kurmaktadır. Kraliçe’nin bir emrini yerine getirmemek büyük bir saygısızlıktır ve böyle bir emrin Dük Tynemount’a yöneltilmesi karşısında Dük’ün yapacak bir şeyi kalmayacaktır.
Bunu öğrenen Kontes, Dük’ten mahrum kalmamak için onu Kocası Prens Albert’in yeğeni,ailesini kaybetmiş olan kocasının baktığı Honora ile evlendirmeye karar verir ve fikrini Dük’e kabul ettirir.
Honora çok güzel ve çok zeki bir genç kızdır. Kontes onu uzun yıllar görmemiştir. Honora’yı görünce kıskanır ve Dük’le evlenmesi gerektiğini aksi halde rahibe okuluna gönderileceğini söyler. Honora çaresiz kabul eder.
Böylece Dük‘le, Honara birbirlerini sevmeden evlenirler. Ancak contusion hesapları tutmaz. Çünkü Dük, Honora‘yı tanıdıkça aralarında bir aşk başlar.
Dük’ün hayatında ilk defa böyle masum, güzel yaşam dolu, iyilik meleği gibi bir kızla beraber olmuştur. Honora’dan sonra yaşamı renklenmiştir ve daha önce hiç yaşamamış olduğu duyguları yaşamıştır.
Kontes bu sefer ağır bir yenilgi almıştır. Dük aradığı gerçek aşkı bulmuştur.
Not : Kitap özetlerindeki fikirler yazarların özel fikirlerini yansıtmaktadır

Bir Dinozorun Anıları

KİTABIN ADI Bir Dinozorun Anıları
KİTABIN YAZARI Mine URGAN
BASIM TARİHİ Haziran 1998

KİTABIN ÖZETİ :
Mine URGAN’ın “BİR DİNOZORUN ANILARI”nı okuduğunuzda, bir insanın hayatına neler sığdırabileceğini, hayretle görüyor, gıpta etmekten kendinizi alamıyorsunuz. Bu kitapta Mine URGAN’ın hayatını daha doğrusu anılarını okumuyor, tarihten bir kesit okuyorsunuz sanki. Aydınlık, apaydınlık kişiliğiyle bir mum misali öğrencilerine, ahbaplarına, tanıdıklarına ve tanımadıklarına hep bir ışık kaynağı bir kılavuz olmuş ve bu işi yapmaktan hiç bir zaman bıkmayacağını, usanmayacağını bir bakıma bu kitapla haykırıyor. Bu kitap, Mine Urgan’ın yalın, mütevazı ve bir o kadar zengin, duyarlı kişiliğinin anıtsal bir kitabesi sanki.
Yazarımız dinozorluğunu ise şöyle tanımlıyor kitabında : “Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuruluysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım? Tam tersine baş kaldırırım, direnirim böyle bir çağa karşı. Bu yüzden dinozorlukla suçlanmam da vız gelir bana. Çünkü ben dinozoru tarih öncesi çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil; geçmişin doğruluğu kanıtlanmış ve yadsınamaz değerlerini yeni sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan bir yaratık olarak tanımlıyor, dinozorluğumla övünüyorum.”
İşte yukarıdaki satırlar Mine URGAN’ı öyle güzel tanımlıyor ki bundan sonra söylenecekler bu satırların yanında sönük kalmaya mahkum herhalde.
Mine URGAN’ın kendini ve düşüncelerini ebediyete taşımak istercesine kaleme aldığı bu kitabı okuduktan sonra bize şunu söylemek düşüyor herhalde “NE MUTLU DiNOZORUM DiYENE VE DiYECEKLERE”
Sayın hocamızın kitabın son söz bölümünde okuyucularına vaat ettiklerini yapması dileğiyle, son sözleriniz hiç bir zaman son söz olmayacak inanın.
SONUÇ :
A. KİTABIN ANA FİKRİ :
Kitap genel olarak yazarın anılarından müteşekkil. Bu anılar ise yazarın çocukluğundan yaşlılığına kadar geçen bir zaman dilimini kapsıyor. Genel olarak kitabın savunduğu bir tez bir fikir olmasa da kitabın bütünlüğü ele alındığında kardeşlik, eşitlik, adalet, erdemlilik gibi yüksek değerler üzerine kurulu temelinde insanın bulunduğu bir görüşün benimsendiği ve bu görüş çerçevesinde yaşanılan veya yaşanılmak istenen hayat üzerine kurulu bir ser olduğu söylenebilir.
B. KİTABIN GETİRDİĞİ YENİLİKLER :
Kitabın getirdiği bilimsel ve teknolojik bir yenilik olmamakla birlikte düşünsel boyutta Mine Urgan gibi tarihe mal olmuş, cumhuriyetle yoğrulmuş bir büyüğümüzün geçmişle gelecek arasında kurduğu sentez kuşaklar arasında köprüler atılmasına vesile olabilir. Nesiller arası büyük kopuklukların yaşandığı bu çağda, bu kitap kuşakların kaynaşmasında bir adım olabilir.
C. GENEL DEĞERLENDİRME VE TEKLİFLER :
Cumhuriyet tarihini yaşamış, cumhuriyet aydınlarıyla birlikte olmuş, geçmişten gelmiş geleceği yakalamış, her medeniyetin gerektirdiği her türlü yeniliğe ve değişime ayak uyduracak bir eğitimi almış ve bunu herkesle paylaşmak isteyen, çevresini aydınlatmak için uğraş veren aydın bir Türk kadınının yazdığı bu kitap öyle bir içtenlikle, öyle bir açık yüreklilikle yazılmış ki okuyanın yüreğini ısıtıyor. Her yaştan ve her düşünceden insanın bu kitabı okumasında büyük yarar olacaktır.
Not:Yazılanlar, yazarın siyasi politik fikirlerinden arındırılarak yazılmış, kitap tarafsız bir gözle okunmuştur.

Benim Adım Mayıs


KİTABIN YAZARI Buket UZUNER
YAYINEVİ VE ADRESİ Remzi Kitabevi A.Ş.
BASIM TARİHİ 1999
KİTABIN YAYIM MAKSADI
Öykülerle sevgi ve insanların çeşitli pisikolojik durumlarının yansıtılması
KİTABIN ÖZETİ :
Buket UZUNER kitabında halkın derinliklerinden yükselen bir maceranın değişik kesintilerini, anılarını yansıtıyor. İnsanların günümüzdeki yaşantısı, bilgeliği, özlemleri, büyüklüğü ve küçüklüğü, yalnızlığı, hasretliği bizzat insanların yaşadığı olaylar anlatılıyor. Orhan VELİ’nin şiirleri kitaba ayrı bir renk katmaktadır.
Hayatımızda sevgi olduğu sürece kendimizi daha heyecanlı, yaratıcı ve daha üretici hissederiz. Sevgi olmayınca da hayatımız boş ve manasızdır. İnsanlar sevginin seçenek olmasını kabullenmede güçlük çekeceklerdir. Kim olursa olsun, hangi ırktan, sınıftan, cinsiyetten ve kültürden... sevebiliyor muyuz? İnsanlar doğuştan iyi yada kötü değildirler. O halde her insanı sevmek olasıdır. Bu kural bizi, sevginin her türlü acıdan kurtaran ve her sorunu çözen, kendi başına bir amaç olan büyülü bir güç olduğuna götürür. Sevgide aşırı bağlılık olmamalıdır. Her insanda bir ölçüde bağımlılığın izlerine rastlanması doğal olarak kabul edilebilir. Bağımlılık ihtiyacı aşırıya kaçtığında kişiyi çevresinden özel isteklerde bulunmaya zorlar. “40 yıllık dostum Sulhi” adlı parçada da: Yakup’un, Sulhi’ye bağlılığı aşırı bir bağlılıktır. Sulhi, Yakup ile ilgilendiği sürece işler yolunda gider, fakat bunun tersi bir durum meydana geldiğinde Yakup’un dayandığı dayanak yıkılır ve kendini yerde bulur. Gerçek yaşamda umduğunu bulamayan insanlar hayallerle veya hayallerindeki kahramanlarla yaşar. “Bozkır Kurdu” yeryüzündeki ilişkileri pek sağlıklı olmadığından dolayı hayali kahramanlarla yaşar. Olmak istediğimiz kişilerin hayalleriyle heyecanlanmak iyidir, ancak kim olduğumuz gerçeği içinde kalmak daha akıllıca olacaktır. Kim olduğumuzu kabul edip, zayıflıklarımız yerine güçlü yanlarımızı koyarak yazmalıyız. Ancak o sayede mutlu bir yaşam sürebiliriz.
Günümüzde insanlar arasındaki ilişkiler öyle sıradan öyle yavan hal almış ki herkes birbirine yabancı, soğuk, sanki ayrı dünyaların varlıkları gibiler. Sosyal bağlar bir yana içten bir gülümseyişi bile unutur olduk. Sebebi nerede arayacağımızı bilmiyoruz, cevabını hiç bulamayacağız.....böyle giderse!
Tüm alışkanlıklarımızı çocukluk yıllarında kazanırız. Bu çağda ne görür, ne kapar isek, o alışkanlıklarımız bir ömür boyu bizimle yaşar. Sağlıklı bir insan, ancak sağlıklı bir ortamda yetişir. Bu da beraberinde sağlıklı bir toplumu getirir. İlişkilerimizde çocuklara gereken önemi vermiyoruz, sanki karşımızda yaşıtımız var gibi davranıyor veyahut hiç görmüyoruz onları. Büyüklerin yapması gereken çocuklara gerçekleri öğretmek, daha iyi bir dünya kurmalarına yardımcı olmalıdırlar. Bu arada okulla gerçek yaşam arasında da uçurumlar yaratmamak gerekir.
Temel hedefimiz bu olduğu takdirde sağlıklı bir nesil oluşacaktır.
Kaç kişi hayatımda hiç hasretlik çekmedim diyebilir. Elbette hiç kimse. Anneye, babaya, kardeşe, dedeye, nineye, sevgiliye, çocuğa, köpeğe, kediye vb. böylece sürüp gider. Kitapda genelde sevgiliye hasret konu alınmış olup bunları üslubuna yakışır bir şekilde dile getirmiştir. Ancak sevgililer istedikleri sona ulaşamamaktadırlar. Sebebi ya amansız hastalıklar ve sonucu ölüm, veya sonsuz istekler olmaktadır. Parçada dikkat çeken bir yer ise yaşamayan insanlara duyulan hasretliktir. Sebebini sorduğumuzda dünyada yaşayan insanların çoktan ölmüş olduklarını onlarda yaşanacak hiçbir şeyin olmadığını belirtmektedir. Tabii ki böyle insanlarda olabilir aramızda. Kalabalığın içinde yalnızlık çekenlerde diyebiliriz.
Hasretliğin sebebi ise yalnızlıktır. Yazar kitabın genelinde yalnızlıktan dolayı sitemlerde bulunan kahramanlar yaratmıştır. Gerçekçi bir açıdan bakıldığında insanların devamlı birbirleriyle duygu alışverişinde olduklarını görürüz.
İnsan ilişkileri gittikçe daha yoğunlaştığına göre, insanlar eskiye oranla daha az yalnız olmalıydı. Etkileşimi bu kadar yoğunlaşmış insanın yalnızlığından söz etmek garip gözükebilir. Karmaşıklaşan, yoğunlaşan ilişkiler, kişilerin yaşamında yer alan sıcak ve yakın dostluk ilişkilerini kaldırır, onun yerine geçici, biçimsel ve yüzeysel ilişkiler getirir. Kitabımızdaki kahramanlarımız, istekleri ve arzuları gerçekleşmediği zaman çoğu kez hayal kurmaya başlıyorlar. Bu hayal dünyası sayesinde, gerçek dünyasında onu sıkan düşüncelerden uzaklaşıp, daha doyumlu görünen bir hayal dünyasına giriyorlar. Hayal kurmak bazen gerekli ve yararlıdır. Hayal kurmanın yaratıcı zekayı geliştirdiği ileri sürülmüştür. Ancak kahramanlarımız gerçekle hayal arasındaki sınırı bilmediği ve kurduğu hayaller gerçek dünyasıyla ilişkisini kestiği için zararlarını görmektedirler.
Sonuç olarak, bu kitabın içinde yer alan öyküler insanların psikolojik durumlarını çok güzel yansıtmaktadır. Ayrıca yazarın renkli üslubu sayesinde bir nefeste okunan kitap haline gelmiştir.

17 Haziran 2007 Pazar

Benim Adım Kırmızı

KİTABIN ADI Benim Adım Kırmızı
KİTABIN YAZARI Orhan PAMUK
BASIM TARİHİ Aralık 1998
KİTABIN ÖZETİ :
Benim Adım Kırmızı; Orhan PAMUK imzalı “Cevdet Bey ve Oğulları, Sessiz Ev, Beyaz Kale, Kara Kitap, Yeni Hayat” gibi eserlerden sonra farklı bir tarzda yazılmış. Orhan Pamuk da son kitabını “en renkli ve en iyimser romanım” olarak nitelendiriyor.
Konusuna gelince;
Biraz geçmişe gidiyoruz. 1591 senesi, kış ayları, İstanbul. İki erkek çocuğu annesi güzeller güzeli Şeküre’nin kocası dört yıldır savaştan dönmemiştir. Çocukluk aşkı, yeğeni Kara ise aşkını açıkladığı için evden kovulmuş ve ancak on iki sene sonra İstanbul’a dönebilmiştir. Döner dönmez de hala çok sevdiği Şeküre ile evlenmenin yollarını arar.
Babası ve iki çocuğu ile birlikte kalan Şeküre’nin gönlü hem Kara’da hem de kocasının kardeşi Hasan’dadır. Şeküre’nin babası yani Kara’nın eniştesi Padişahın emri ile gizli bir kitap yaptırmaktadır. Kitabın gizli Avrupai usuller kullanarak resmetmekten gelir. Enişte Efendi Osmanlı sarayının ünlü nakkaşları Kelebek, Zeytin ve Leyleği kitabın nakışlarını yapmaları için görevlendirir. Tezhibi de Zarif efendi yapmaktadır. Koyu bir taassup içinde olan Erzurumlu Hoca Efendi ve taraftarları ise geleneklere ve dine aykırı bir şeyler çevrildiğini anlamıştır ve Zarif Efendi de bu düşüncededir. Her gece kahveye toplanan nakkaşlar ve hattatlar bir meddahın resimlerle anlattığı sivri dilli ve Erzurumlu Hoca karşıtı hikayelerle eğlenirler. Zarif Efendinin işlerine köstek olacağını anlayan nakkaşlardan biri Zarif Efendiyi öldürür. Romanın geriye kalan kısmı katilin bulunmaya çalışması, nakışta üslup ve imzanın yeri, doğru ve batının yeri üzerine kahramanların düşünceleri ile örülüdür. Böylece kitap bir çok eğlenceliği bir arada barındırmaktadır aslında…
Eski resim sanatının incelikleri ve düşünce yapısı ile ilgili türlü hikayeler ve bilgiler, eski; İstanbul’un dar sokaklarında gezintiler, bohçacı kadınlar, incili yastıklar, fıstık yeşili feraceler, kırmızı yelekler kuru kayısılı pilavlar, hoşaflar, tarhana çorbaları… Tabii bunun yanında kelle uçurmalar, gözlerine iğneler batıranlar ve daha türlü kan kokulu sahneler de mevcut. Katilin kimliğini bulmaya çalışmak bile kitabın sonuna kadar yeterince oyalayıcı. Osmanlı tarihi ve eski resim sanatı ile fazla ilginiz yoksa bazı bölümleri fazla uzatılmış ve tekrar edici bulabilirsiniz. Bunu da romanın kusuru sayalım. 470 sayfalık ince ince kurgulanmış bu romanın son sayfasını çevirip de kapağını kapattığınızda gül ve küf kokularıyla kaldırmadan önce gülümsediğinizi fark edeceksiniz.
SONUÇ :
A. KİTABIN ANA FİKRİ :
Hayatta karşılaşılabilecek her türlü olumlu veya olumsuz şartlar karşısında dahi yaşama ümidi ve sevinci kaybedilmemelidir.
B. KİTABIN GETİRDİĞİ YENİLİKLER :
“Benim Adım Kırmız” adlı kitap Orhan PAMUK’un diğer romanlarına göre farklı tarzda yazılmıştır. Yazar kitabından “en renkli ve en iyimser romanım” diye bahsetmektedir.
C. KİTAP HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME VE TEKLİFLER :
Kitabın bazı bölümleri, Osmanlı Tarihi ve Eski Resim Sanatı ile özellikle ilgilenen personel için hariç, fazla uzatılıp, tekrar edici mahiyette olduğundan sıkıcı bulunabilir. Lüzumsuz tekrarlar kaldırılırsa zevkle okunabilecek bir roman olabilir.

7 Haziran 2007 Perşembe

Atatürk Gibi Düşünmek

KİTABIN YAZARI İsmet BOZDAĞ
YAYINEVİ VE ADRESİ Tekin Yayınevi Tekin Yayın Dağıtım San. Ltd.
BASIM TARİHİ 1999
KİTABIN YAYIM MAKSADI
Atatürk’ün Metodolojisi
KİTABIN ÖZETİ :
Atatürk büyük adamdı. Büyük adamlar büyük dağlar gibidir, onlardan uzaklaştıkça haşmetleri ortaya çıkar. İnsanlar, Atatürk' ün çevresinde etkilenirlerdi. Başka bir düşünce seviyesine ulaşırlar, başka bir dinamizme kavuşurlardı. O kadar ki, kendi bilgileri ve kendi fikirleri sanıp, O' nun bilgileri ve fikirlerini konuşmuş ve uygulamışlardır.
Atatürk, temel düşüncesinde dünyanın değil, memleketin sorunlarını çözmeye çalışıyordu. Onun için herşeyi ülkesi açısından incelemiş, değerlendirmiş, uygulama elverişliliklerini gözden geçirmiştir. Hangi sistemde kendi gayesine yarar fikir bulmuşsa onu alıp kullanmakta hiç tereddüt etmemiştir. O' nun için önemli olan sistem değil kuvvetli ve kudretli bir Türk Cumhuriyeti Devleti ortaya koymaktır. İyi bir asker olan Atatürk gerek kendi hareketlerini, gerekse çevresindeki arkadaşlarının hareketlerini aldıkları neticeyle değerlendirmiştir. O'nun için her hareketin bir amacı vardır. Amaca ulaşılmışsa hareket doğru yapılmıştır. Ulaşılmamışsa hareket yanlıştır.
Cumhuriyet rejiminin iki büyük tehlikesi; Marksizm ve ümmetçilik......Milliyetçilik ve laiklik gibi iki temel fikirle bu büyük tehlikelerin önünü Atatürk sıkıca kapatmıştır. Milliyetçilik: Millet tabanına oturmuş bir devletin en tabii politikası ve karakteridir. Ancak, bu temel fikir iyi anlaşılamazsa, Turancılık gibi, faşizm gibi, nasyonal ve sosyalizm gibi bir takım tehlikeli alanlara sürükleyebilir. Bu sebeple; milliyetçiliğin tarifi iyi anlaşılmalıdır. Atatürk Türk milliyetçiliğinin tarifini dikkatle yapmıştır. Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına Türk milleti denir. Millet, dil, kültür ve ülke birliği ile birbirlerine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir politik ve toplumsal heyettir. Bu tariflerden de anlaşılacağı gibi Türk milliyetçiliğini ne ırkçılığa,ne faşizme ne de komünizme götürmek isteyenlere fırsat tanımaz. Laiklik ise:Türk devletinin komünizme kayması nasıl bir tehlike ise Ümmetçiliğe kayması da öylece bir tehlikedir. Atatürk, bu ikinci tehlikenin kapısını kapamak için laiklik ilkesini devlete geçirdi. Laik devlet teokratik devletin zıttıdır. Teokratik devlette bütün girişimler din kurallarına göre yürütülür;buna karşılık laik devlette bütün girişimler,din kurallarından arındırılır.,dinin devlet işlerine girmesine izin verilmez.
Cumhuriyet fikrinin temeli olan "seçimle iktidar olmak "yöntemi gerek Türk soyunun geleneklerinden ve gerekse İslam dininin esaslarından kaynaklandığı için bize yabancı değil. Bu yüzden Cumhuriyet fikrinde temele inen yatkınlarımız vardır. Millet tabanında Cumhuriyet idaresi bir suyun yokuş aşağı akması kadar tabii bir neticedir. Sade bir iştir ama,cumhuriyetin karakterini tarihi toplum yapısına uygun olarak biçimlemek hiç de kolay şey değildir. Atatürk ve onun kullandığı metodoloji en değerli ürününü işte burada verdi. Atatürk Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel fikirleri içine laikliği alırken devleti üç tehlikeden korumak istiyordu.
a. Devlet kuvvetliyken,bu kuvvete güvenip İslamiyet’in temel fikirlerinden olan "Gana" düşüncesine kapılmanın kapılarını kapamak ve böylece Ümmetçiliğin yolunu kesmek.
b. Hangi sebeple olursa olsun devletin zaafa uğraması halinde,devleti ele geçirme hevesine kapılacak insanların din silahı ile üstünlük sağlamalarına engel olmak böylece politikada fırsat eşitliğini korumak.
c. Toplumda ve devlette kesin biçimde aklın hakimiyetini egemen kılmak Çünkü "Laik Devlet" demek toplumun bütün ihtiyaçlarına, sadece akla dayanan kanunlarla cevap vermek demektir.
Atatürk'ün toplum yapımıza dönük devrimlerinin en önemlisi, Medeni Kanunun kabulüdür. Tam anlamıyla bir devrim niteliğini taşır. Çünkü, bir toplumu, Doğu hukukundan batı hukukuna getiriyor. Örfe kadar uzanan ve yüzyılların oluşturduğu yapısını değiştiriyor. Onun yerine yeni bir toplum yapısı kuruyor.
Devletin varolabilmesi için nasıl önce belli sınırları olan bir ülkenin sonrada özgür bir toplumun var olması zorunlu ise, toplumu yaratan fertlerinde ortak bir kültürü ve dünya görüşü olması, ister istemez zorunludur. Atatürk akılcı, deney ve bilime değer veren bir insan olduğuna göre elbette Batı uygarlığının seçileceği ortadadır.
Nitekim daha sonra yapılan harf devrimi; kıyafet devrimi, takvim devrimi, hukuk devrimi de laik eğitimin başarıya ulaşabilmesi için katlanılmış temel toplum düzenlemelerinden başka bir şey değildir. Atatürk metodolojisinin zorunlu sonuçlarıdır.
Atatürk, Türk milletini tarif ederken "Dil, kültür, ülkü" birliğini milletin vazgeçilmez üç ana vasfı olarak belirtilmişti. Bunlar, bir toplumun millet olması için elbette yeter, ancak milletlerinde büyük millet olması için dil ve kültürlerinin zengin ülkülerinin kendi toplumları ve dünya toplumları için yararlı olması gerektir. İşte Atatürk' ün dil ve tarih üzerinde yıllar süren sürekli ve derin çalışmanın sebebi budur. Türk milletinin "Büyük Millet" olduğuna kesinlikle inanıyordu, bu inancını başkalarına belgelemek istemesi elbette tabiidir.
Atatürk imparatorluk tabanından millet tabanına geçerken nasıl imparatorluk çimentosu olan saltanat ve hilafeti kaldırmış ve millet tabanının tabii yönetim biçimi olan Cumhuriyet yönetimini kurmuşsa, aynı sebeplerle imparatorluk dili olan Osmanlıcayı bırakıp yeni Türk dilinin temellerini atmıştır. Eğer bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti varsa, eğer bir Türk Milleti varsa, canlı ve diri bir Türk dilinin de olması zorunludur. Atatürk' e göre dil, milliyet duygusuna sıkı sıkıya bağlıdır. Milliyetçiliğin güçlenmesi için dilin güçlenmesi gereklidir.
Yönetimin meşru olması, kaçınılmaz bir şarttır. Bundan vazgeçilemez. Bu sebeple tarih boyunca yönetime çeşitli meşruiyet kaynakları aranmıştır. Meşruiyetin tek yolu seçimden geçer; seçmek bütün vatandaşların hakkıdır. Her vatandaşın oyu eş değerdir. Böyle bir ortamda seçilen insanların kurdukları yönetim meşrudur. Bu kurallara getirilen her kısıtlama yönetimi meşruiyetten ve başarıdan uzaklaştırır. Toplum çalkantılarının en büyük ölçüde yansıdığı sosyal mihraplar siyasi partilerdir. Partiler sosyal çalkantıları kendi düşünceleri açısından değerlendirir. Meşruiyet kaynağı nasıl millet ise çarenin kaynağı da millettir. Millet parlamento yolu ile kendisini yönetir. Öyle ise çare parlamentodadır. Bugün parlamentoda grubu olan partiler "Düzeni değiştirmek isteyenler" ve "Düzeni korumak isteyenler" olmak üzere ikiye ayrılmış bulunuyorlar. Parlamenterlerimiz bir fikir düzeni içinde yerlerini yeniden gözden geçirmeli ve seçmenlerinin düşünceleri doğrultusundaki mevkilerini almalıdırlar. Seçim kaygılarını bırakmanın, küçük hesapları bir yana itmenin ve şahsi menfaatlerinin üstüne çıkmanın tam sırasıdır.(Atatürk büyük Türk Milletine ve O' nun bağrından çıkan Parlamentoya her zaman inanmıştır. En çetin günlerde Parlamento aldığı kararlarla O'nu desteklemiş yeni bir ülke kurmuş,yeni bir millet yaratmıştır. Atatürk bir metot sahibi idi. Atatürk halka yüzde yüz inanan müstesna bir aydındı. Atatürk devrimleri ile yeni bir toplum yaratmayı amaçladı. Fakat devlet yapısını restore etmekle yetindi. Atatürk devleti ümmetçilik tehlikesinden korumak için Laikliği enternasyonal düşüncelerden korumak için milliyetçiliği anayasasına yerleştirdi. Atatürk güçlü devletten yana idi.
Atatürk; akıl, deney, bilim yolu ile eşyanın tabiatına uygun, insanın hayranlığına yarar biçimde düşünerek, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşabileceğine inanıyordu. Atatürk, her çeşit taklitçiliğe, her çeşit sisteme karşı idi. Atatürk, çareyi millette gören bir devlet adamı idi. Atatürk, milletin üstün vasıflarına iman ölçüsünde inanıyordu. Atatürk, böylece Atatürk olmuştur.

Atatürk Din ve Laiklik

KİTABIN YAZARI Rauf R.DENKTAŞ
YAYIN EVİ VE ADRESİ KASTAŞ A.Ş.Yayınları Başmusahip Sok.Talashan 16-101 34410 Cağaloğlu / İSTANBUL

KİTABIN YAYIM MAKSADI
Atatürkçülüğün ve laikliğin dinsizlik olarak yorumlanmasına tepki.
KİTABIN ÖZETİ :
1. GİRİŞ :
Rauf R. DENKTAŞ, bilindiği üzere Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanıdır. Bu kitabın çıkışı, yazarın kendi tabiri ile, son zamanlarda ortaya çıkan bazı çevrelerce Atatürkçülük ile Laikliğin din düşmanlığı olarak yorumlanması olayına tepkidir. Yazar, eserinde özellikle gençlere hitap etmektedir. Kitabın giriş yazısında bu konular ve irtica meselesi ele alınmaktadır. Kitap ilk olarak bu konularla ilgili notlar olarak hazırlanmış, Kıbrıs Kültür Derneği’nde yapılan bir toplantıda sorulan sorular ve daha geniş çapta İslam Cemiyeti'nin daveti üzerine Atatürk Kültür Derneği’nde yaptığı konuşmalarla bugünkü durumuna gelmiştir. Bu sebeple kitap daha çok düşünceler ve hitaplar dizisi olup bölüm başlıklarıyla sınırlı kalınmamıştır.
2. BİRİNCİ BÖLÜM :
Birinci bölümde İslamiyetin özellikleri ve Allah'tan bahsedilmektedir. Bu bölümde kitabın genelinde olduğu gibi Atatürk'ün konu akışı içinde ilgili sözlerine yer verilmektedir. Atatürk, İslamiyet'in son din olmasının son derece akla uygun ve doğal bir din olmasından kaynaklandığını söylemektedir. Bunun akabinde bu bölümde Atatürk'ün müfredatta dini eğitim olmasını istemesinden bahsedilmektedir. Son olarak da İslamiyet çerçevesinde İnsan, Ruh, İyilik ve Günah incelenmiştir.
3. İKİNCİ BÖLÜM :
İkinci bölüm dinin yüceliği'ni inceler. Bu bölüme dünyaca kabul gören ünlü şahsiyetlerin Kur'an ve İslam Dini hakkında görüşleri ile başlanılmıştır. Tüm bu sözler dinimizin yüceliğinin yabancılar tarafından da kabul gördüğününü kanıtlamaktadır. Dinimiz, peygamberimizin hayatı ve sözleri ile bir bütünlük oluşturduğundan peygamberimizin kişiliği de övgü ile anlatılmaktadır. Bu gerçeklerin ışığında Atatürk'ün anlattığı Türk askerinin Çanakkale'de gözünü kırpmadan ölüme gittiği Bombasırtı olayını anlamak kolaylaşmaktadır. Ayrıca bu bölümde tartışma konusu olan "Tevekkül"e de değinilmiştir. Yazar dinimizin yüceliğini anlatırken İslamiyetin Beş Şartı'nı da kendi yorumlarıyla açıklamıştır.
4. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM :
Bu bölümde "İslamiyet Güzel Ahlaktır" düşüncesi incelenmiştir. Yazar, bu bağlamda doğruluk, oruç, yardım ve güzel ahlaklı olmanın koşul ve erdemlerini ele almıştır. Bunu yaparken "Güneş karı nasıl eritirse güzel huy da günahları eritir" gibi peygamberimizin sözlerinden ve yaşayışından örnekler verilmiştir.
5. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM :
Dördüncü bölümün adı "Atatürk'ün Laiklik Anlayışı" dır. Bu bölümde ağırlıklı olarak Atatürk'ün sözlerine yer verilmiştir ve Atatürk'ün din istismarına, kadercilik yüzünden oluşan tembelliğe ne kadar karşı olduğu, kadın erkek eşitliğine inanışı ve uygulayışı, kutsal aile kurumuna bakışı ve tarikatlara karşı oluşu ele alınmıştır. Bunlara örnek olarak büyük dinimiz “çalışmayanın insanlıkla ilgili olmadığını” bildiriyor. Bazı kimseler çağdaş olmayı kafir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, müslümanların kafirlere tutsak olmasını istemek değil de nedir?" Veya Atatürk’ün "Türkiye Cumhuriyeti şeyhler ve dervişler, müritler, meczuplar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat uygarlık tarikatıdır." Sözünü örnek verebiliriz.
6. BEŞİNCİ BÖLÜM :
Son bölüm olan "Müslümanlığın Erdemleri" bölümünde ilk olarak İslamiyette Allah'ın kullarından beklediklerinden ve bu bağlamda insanlarda bir benlik ve varoluş sebebi bilinci olmasının gerekliliğinden bahsedilmektedir. İslamiyetin erdemlerini bilen bir kişinin Kur'an'ı okuyup, Allah sevgisi ve korkusuna sahip olarak yaptıklarının hesabını verebileceğini belirten yazar, insanların kendilerine gün sonunda "Allah'a çok şükür bugün Allah'ın istediği şekilde, insanca yaşadım" diyebildiği takdirde ne kadar büyük bir iç huzura kavuşacaklarını anlatmaktadır. Bu bölümde ayrıca aklın ve usun herşeyden üstün olduğu gösterilmiş, ve konuyu pekiştiren anekdotlara yer verilmiştir. Yazar, ayrıca Atatürk'ün 31 Ocak 1923'te İzmir'de halka hitaben söylediği sözlere de yer vermiştir. Bu sözler ile Atatürk, kadınların görevi ve Türk toplumundaki yerlerini, kadınların kılık kıyafetleri ile ilgili görüşlerini ve dinimizin bizi gerileten bir din olmadığını belirtmiştir. Özellikle "Örtünme, kadını yaşayışından ayıracak biçimde olmamalıdır" sözleri konuyu özetlemeye yeter. Buna karşın Atatürk, kıyafette doğrudan batı taklidine gidilmesini de geleneklere karşı gelinmemesi gerektiğini, doğrudan başka bir ulusa öykünmenin "ne tıpkısı olabilme, ne de milliyeti içinde kalabilme" konusunda başarısızlığa mahkum olduğunu belirtmiştir.
SONUÇ :
1. KİTABIN ANA FİKRİ :
Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyetinin temelini oluşturan laiklik ilkesine bakışını irdelemektir.
2. KİTABIN GETİRDİĞİ YENİLİKLER :
Atatürk'ün din ve laiklik konusundaki düşünce ve sözlerini toplamış olmasıdır.
3. KİTAP HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME VE TEKLİFLER :
Kitap, konu ile ilgili yazarın hitapları ve notlarından oluştuğu için halkın geneline ve özellikle gençlere faydalı olacak mesajlar içermektedir.

Askeri ve Siyasi Anılarım

KİTABIN YAZARI Org. Sabri YİRMİBEŞOĞLU
BASIM TARİHİ NİSAN 1999
KİTABIN YAYIM MAKSADI
Türkiye Cumhuriyetinin (1928’den sonra) siyasi ve ekonomik tarihe ışık tutmak.
KİTABIN ÖZETİ :
Foça’nın küçük bir köyü olan Bağarası’nda dünyaya gelen Org. Sabri YİRMİBEŞOĞLU, kısa bir süre sonra Foça’ya ailesi ile beraber yerleşir. Onun dünyaya geldiği yıllar Türk toplumunun çağdaşlaşma gereksinimleri olan ilke, inkılap ve yeniliklerin uygulanmaya başladığı yıllardır. (Latin harflerin kabulü, şapka devrimi, tekke ve zaviyelerin kapatılması) Aynı zamanda bütün cihana karşı kazanılmış zaferin ekonomik olarak vermiş olduğu hasarın hissedildiği, bütün toplumun bu hasarı en derinden hissettiği, yokluğun her türlüsünün var olduğu zamandır. T.C. bu ekonomik sıkıntıyı her türlü yöntemlerle (denk bütçe, sıfır enflasyon vb.) halletmek için çaba içerisindedir.
Askerlik mesleğine karşı ilgisi daha çocuk yaşlarında başlar. Bunda biraz da öğretmenlerinin etkisi vardır. Öğretmenlerinin her öğrencisi ile yakından ilgilenmeleri, öğrencilerinin ilgi sahalarını keşfetmeleri onun bu özelliğinin açığa çıkmasında muhakkak etkisi olmuştur. Bu ilgi ve isteğini ortaokul ikinci sınıfta iken uygulamaya geçirmiş. Bunun için Foça’daki alayın alay komutanı da elinden gelebilecek imkanları kendisinden esirgememiştir. Bin bir güçlükle o hep hayalini kurduğu askerlik mesleğine ulaşabilmek için 13 yaşında tek başına Konya’da bulunan Kuleli Askeri Lisesi’ne gider. Uygulanan imtihanın her türlü aşamasından birincilikle geçer. Çocuklarını okutabilmek ve iyi bir eğitim aldırabilmek için askeri okullar dar gelirli aileler tarafından tercih edilmektedir. Askeri ortaokulun bitimini müteakip eğitim ve öğrenimine devam edebilmek için Bursa Işıklar Lisesi’ne katılır. Bursa Işıklar Askeri Lisesi 1985 yılında kurulmuş Türk toplumuna yüzlerce general, yüzlerce subay kazandırmıştır. 1945 senesi ikinci dünya harbinin bittiği dünyanın yeni bir çehre ile tanıştığı yeni sistem ve teknolojilerin kullanılmaya başladığı bir zaman ABD Japonların üzerinde denediği atom bombası nükleer savunma silahlarının başlangıcı olmuştur. Aynı zamanda Japonların yakın tarihine damga vurarak Japonların kalkınmalarını ve ilerlemelerini kamçılamıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti 2 nci Dünya Harbine girmemiştir ama dünya ekonomik krizlerini aynen hissetmiştir. Kaynaklarını harbe girebileceğini hesap ederek seferber etmiş, bunun faturası ekonomiye ağır olarak yansımıştır. O dönemde en basit zaruri ihtiyaçlar dahi karneye bağlanmıştı. Tek parti CHP değişmez başkan ve milli şef İsmet İNÖNÜ yönetiminde idi. Daha önce Mustafa Kemal Atatürk tarafından çok partili sistem denenmiş fakat gerici hareketler ve toplumsal olaylar yüzünden tekrar tek partili sisteme dönüş yapılmıştır. 1945 senesi içerisinde İsmet İNÖNÜ meclis konuşmalarında çok partili sisteme dönülmesi gerektiği işaretlerini vermeye başlamıştır. Bununla birlikte 1946 senesinde Celal BAYAR başkanlığında Demokrat Parti kuruluyor. Müteakiben üçüncü parti olarak kurulan Milli Kalkınma Partisinin siyasi tarihimizde herhangi bir etkisi olmamıştır. O dönemde günümüzdeki iletişim araçları mevcut olmadığı için her türlü gelişmeler yazılı basın tarafından topluma iletilmektedir. Çok partili sisteme geçişin temelindeki gaye toplumumuza demokrasi ortamını ve bilincini yerleştirebilmekti. D.P. bunun için kurulmuş ama zamanla amacından uzaklaşmış ve 27 Mayıs askeri müdahalesi ile son bulmuştur. Kurulduğu anda açıkladığı programı CHP’nin programına çok benziyordu. Müteakip zamanlarda parti kendisini popilist politikalara kaptırarak halkın büyük bir kısmının desteğini kazanmış. DP henüz teşkilatlanmasını tamamlayamadan CHP baskın bir seçime götürüyor. Seçimler CHP’nin üstünlüğü ile sonuçlanır. Ama seçimlerin tarafsız yapılmadığına dair bir sürü iddia ortaya atılır. CHP’nin iktidarı döneminde 2 nci Dünya harbinin vermiş olduğu ekonomik sıkıntı toplumu oldukça zorlamış bu da DP’nin faydasına gelişmiştir.
1946 senesinde Org. Sabri YİRMİBEŞOĞLU askeri liseden mezun olmuş ve Ankara Kara Harp Okuluna başlamıştı. Genel Kurmay Başkanı Org. Kazım ORBAY Harp Okulunu 3 yıla çıkarttırırken Eğt. kalitesi de aynı şekilde yükseltilmiştir.
Siyasi hayatımızda çok partili döneme geçişin işaretleri olarak CHP mecliste Milli şef, değişmez lider unvanlarını kaldırtıyordu. 1947 senesinde DP ilk büyük kongresini yapıyordu. Aynı sene içerisinde okul dışında din eğitimine müsaade kanunu çıkarılıyor. Bu kanun ileride kuran kurslarının yurdun her tarafında açılıp ehil olmayan kişiler tarafından kullanılmasını sağlayacaktı. Sürekli laik söylemlerde bulunan CHP iktidarı buna sebebiyet verdi. 30 Ağustos 1948 senesinde harp okulundan mezun olan devam eder. 9 ay piyade tekamül kursu ve 3 ay NBC kursu için oraya gelmiştir.
O dönem partiler dini kullanmanın ucuz bir propaganda ve yandaş toplama yöntemi ön plana çıkartmışlardır. Özellikle 1949 yılında mecliste Arapça ezan okunması hadisesinden sonra dinin kullanıldığı açıktan hissedilmiştir. Türkiye’nin Nato’ya kabul edilmesi DP parti iktidarına nasip oldu. Kominizim iktidar partisi tarafından büyük bir tehlike olarak addedilip buna yönelik karşı tedbirler ortaya çıkarılıyordu. Hatta rakipler saf dışı edilmek için kominist suçlaması ile karşı karşıya bırakılıyordu. 1950 senesinde yapılan seçimler DP iktidarının büyük bir zaferi ile sonuçlanıyor. DP icraatları boyunca dış politikada tutarlı bir yol izlemiş olup, Kore’ye birlik gönderme, Kıbrıs anlaşmaları, Nato’ya girişimiz bir başarı olarak kendini göstermiştir. DP iktidarının ilk yıllarında memleket kalkınma işaretleri göstermiştir. Biraz şans biraz da teşvikle özellikle tarımda yaşanan üretim artışı ihracata soluk aldırmıştır. DP arkasına almış olduğu toplumsal desteği bir süre sonra kötüye kullanacak ve devletin kuruluşlarıyla karşı karşıya kalacaktır. Özellikle personel görevlendirmelerinde keyfi hareketler (kendi düşüncelerine yakın insanlar) dikkati çekmektedir. TSK da bu davranışlardan nasibini almıştır. Ordunun çeşitli komutanlık kademelerine haksız atamalar hiyerarşik düzeni bozmuştur. Bu personel arasında git gide büyük bir hoşnutsuzluk yaratmıştır. Parti 1955-1960 seçimlerinde de iktidara büyük bir halk desteği ile gelmiştir. Uygulanan adam kayırma ve kendi düşüncelerine yakın insanları hak edip etmediğine bakmaksızın önemli yerlere görevlendirilmesi onun ve kadrosunun 27 Mayıs ihtilali ile sonunu hazırlamıştır. 30 Ağustos 1950 senesinde Org. Sabri YİRMİBEŞOĞLU Cumhurbaşkanlığı Muhafız Kıt’asında ilk görevine başlıyor.
DP muhalefette iken kendisine yapılan haksızlıkları iktidarda iken CHP’den kat kat çıkartmak için uğraş veriyordu. İktidarda iken devletin yayın organları ve güçleri DP iktidarına hizmet ediyordu. DP iktidarı döneminde yapılan harcamalar bütçeyi aşma noktasına gelmiştir. İlk defa dış borçlanma DP iktidarı döneminde gerçekleşmiştir. Kıbrıs sorunu Türk ve Rum toplumunun Kıbrıs adası üzerinde beraber yaşamaları ve eşit haklara sahip olması şeklinde aşılmaya çalışılmıştır. Yönetim aynı oranlarda liderlerle temsil edilme şeklinde kendini göstermiştir. Daha sonra Rum lider tarafından bu anlaşma tanınmayarak Kıbrıs’ta Türk katliamı başlatılmıştır. Bu olaylar Türkiye’de iktidar kavgalarının en şiddetli olduğu döneme denk getirilmiştir.
Anlatımlarda TSK personelinin maddi olarak çektiği sıkıntı sık sık dile getirilmektedir. 27 Mayıs sabahı Albay Alpaslan TÜRKEŞ Ankara Radyosundan tüm Türkiye’ye ihtilali bildirmiştir. Müteakip günlerde milli birlik komitesi adı altında kurulan kurum yönetimi eline almıştır. 27 Mayıs haricinde kısa bir süre içerisinde daha başka ihtilal denemeleri yapılmış fakat başarılı olunamamıştır. Adnan MENDERES idama mahkum edilip infazı gerçekleştirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti bu dönemde istiksarsız yönetimlerle vakit kaybına uğramıştır. Parti menfaatleri ülke menfaatlerinin üzerinde tutulmuş, şahsi menfaat ve çıkarlar uğruna Türkiye Cumhuriyeti vakit kaybına uğramıştır. Bu tür hadiseler dış ilişkilerde ülkenin ulusal kayıplara uğramasına neden olmuştur.

Araç Tarih Amaç Tanzimat

KİTABIN YAZARI Cristoph K. NEUMANN / ÇEVİREN : Meltem ARUN
YAYINEVİ VE ADRESİ BASIM TARİHİ
KİTABIN YAYIM MAKSADI
Tanzimat Dönemi Tarih Anlayışının İzahı İçin Yazılmıştır.
KİTABIN ÖZETİ :
Ahmet Cevdet Paşa Tanzimat döneminin en ünlü şahsiyetlerinden biridir. Yazdığı Tarih-i Cevdet de son dönem Osmanlıca metinlerin en önemlilerinden biri olarak kabul edilir. Daha sade, daha arı bir edebiyat dilinin ilk ustalık örneklerinden olduğu kadar, 1774 – 1826 arası Osmanlı İmparatorluğu tarihinin standart anlatısı olması da bu değerlendirmede rol oynar. Eser üç ana konuyu ele almaktadır:
Ahmet CEVDET
Genel olarak Osmanlı Tarih Yazıcılığı
19. yy. Osmanlı Tarihi
Bu üç ana konu ışığında sırasıyla:
1.Bölüm: Bir Tarihin Tarihi başlığı altında 12 ciltlik TARİH-İ CEVDET isimli külliyatının kaleme alınışı ve metnin iç yapısı incelenmiştir.
2.Bölüm: Ahmet Cevdet’in SİYASİ TASVİRLERİ başlığı altında ilmiyenin çöküşü, III. Selim’in tahttan indirilişi ve Napolyon.
3.Bölüm: Tarih-i Cevdet’in yöntemi ve uygulaması başlığı altında Cevdet’in tarih yazıcılık yöntemi, İbn Haldunculuk.
4.Bölüm: Ahmet Cevdet’in siyasi görüşleri başlığı altında, tarihten çıkarılan dersler ve Tanzimatın bir savunusu konuları işlenmiştir.
1. BÖLÜM:
Tarih-i Cevdet oluşumu 30 yıla yayılan bir metindir. Tanzimat Döneminin standart bir anlatısını oluşturan 12 ciltlik bu kitap, ilmiyeye yapılan bir eleştiriyle başlar. A. Cevdet “Ulema-yı Resmiye” dediği, dönemin aydınlarını tasvir eder. İlmiye konusu bütün külliyatta yaygın şekilde mevcuttur. III. Selim’in tahttan indirilişi ve Napolyon Bonapart’ın değerlendirmesi dahil dönemin siyasi olaylarına hakim bir eserdir. Eserin genel yapısında tarihi nedensellik konsepti göze çarpar. Eserin son cildinde tarihin ibret vermek için yazıldığı felsefesine dayalı fikirler öne sürer. Son bölümde ise Osmanlı İmparatorluğu’nda dinin oynadığı rol ve siyasi etkilerden bahseder.
Ahmet Cevdet 27 Mart 1823’te Bulgaristan – Lofça’da doğdu. Zengin bir ailenin mensubuydu. 1850 yılında, 1774-1826 arası Osmanlı Tarihini yazma görevini üstlendiğinde genç bir hukuk ve din adamı, müderristi. Reşid Paşa’ya olan bağlılığı neticesinde siyasi görevler de almaya başladı. Bunlardan ilki 1849’da gizlice Macar Mülteci Sorununu çözmek üzere Bükreş’e gönderilmesidir. 1855 yılında kendisine vakanüvis denilen imparatorluğun resmi tarihçisi unvanı verilmiştir. Bu arada Galata Mollası görevini de yapıyordu.
1774 Küçük Kaynarca Barış Antlaşmasından, Kafkas Coğrafyasından, Dağıstan tarihinden, Prusya Kralı Friedrich’in ölümünden, 1787 Osmanlı – Rus Savaşlarından ve daha birçok tarihi ve siyasi hadiselerin etkilerini kaleme almıştır. Bu arada Osmanlı üst yönetiminin üyesi olarak, Kuleli ayaklanması gibi siyasi olaylardan ziyade devlet hazinesindeki kıtlık ve yetersiz bürokrasi gibi iç meseleler üzerinde duruyordu.
Eserin 5. Cildinden itibaren III. Selim’in reformları ile birlikte, Tarih-i Cevdet isimli eseri bir “Devlet-i Aliye” tarihinden çıkıp Avrupa merkezli dünya tarihi görünümü kazanır.
6. cilt Fransız İhtilali ve etkileri ile başlar ve bu cilt ile beraber Osmanlı Tarihini Avrupa Tarihi ile etkileşimli olarak anlatmaya başlar. Ahmet Cevdet bu arada kariyer olarak da Şeyhülislamlık mertebesine aday hale gelmiştir. Bir yıllık Bosna görevi ve Anadolu’daki ayaklanmaları bastırmak üzere aldığı Fevkalade Müfettiş görevleri onu bu noktaya getirmiştir. Vezirliğe atanır ve kendisine hayat boyu maaş bağlanır. Bu arada zamanın ilmiyesine karşı hep eleştirel tutumu devam etmektedir.
1869 yılında, adliye nazırı görevindeyken Mecelle Cemiyeti kurulur. Cemiyetin amacı medeni kanunu hazırlarken, Fransız Code Civil’i çevirirken tam bir çeviri olarak değil, toplumun sarflarına uygun olarak hazırlamaktı.
Tarih-i Cevdet’in son ciltlerinde Rusların Balkan politikası üzerine son derece dengeli yargılar yer alır. Rusları birkaç kez sinsi, içten pazarlıklı ve güvenilmez olarak tanımlar ve bir Rus fobisine işaret eder. Bu arada Mithat Paşa ile sorunlu ilişkiler yaşayan Ahmet Cevdet 1875’i geri bıraktığında Mithat Paşa’yı devletin iflasıyla küpünü doldurmakla suçlar. Sultan Abdülaziz ve Valide Sultan Pertevniyal onun devlet erkanında tek dayanaklarıydı. II. Abdülhamid’in tahta geçmesiyle, aynı yakınlığı ondan göremeyen Ahmet Cevdet siyasi arenada iyice yalnızlaşır. Ancak o Encümen-i Daniş tarafından kendisine verilen tarih yazmacılığı görevini yerine getirmekte ve 12 ciltlik eserini Vaka-i Hayriye (Yeniçerilerin yok edilişi) ile tamamlar.
Ahmet Cevdet 27 mayıs 1895 Bebek’teki yalısında hayata gözlerini yumar.
“Araç Tarih Amaç Tanzimat” isimli bu kitapta külliyatın iç yapısına dair sayfa karşılaştırmaları ve teknik yapı mevcuttur.
2. BÖLÜM:
Kitabın ikinci bölümünde Ahmet Cevdet’in İlmiyenin çöküşüyle alakalı eleştirel yaklaşımı yer almaktadır. Eleştirilerinde daha ziyade şahısları hedef alıyor. Hatır için yapılan atamalar, makamların liyakatsiz kişilere teslimi, okuma yazma bilmeyen yaltakçıların kadı olarak atanmaları İlmiyenin çöküşünü hazırlayan sebepleri teşkil ediyordu. Böylece ulema hakkındaki ilk suçlamasını açığa vuruyordu. O da cehalet. Ulema-yı Resmiye diye tasvir ettiği aydın kesimi İlmiyenin çöküşünden sorumlu tutar. Ayrıca kapalı çevre oluşturan bazı ulema ailesini de kınıyordu. Alemdar Mustafa Paşa’nın ölümüyle sonuçlanan ve III. Selim’in tahttan indirilişini hazırlayan ayaklanmada, ayaklanmayı ulemanın meşrulaştırdığını anlatır. III. Selim’in tahttan indirilişini bir felaket örneği olarak ifade eder. Kitabında tahttan indiriliş nedenlerini uzunca anlatır. III. Selim’in başarısızlık nedenleri olarak reform için göndermiş olduğu muhtıraların yetersizliği, kamuoyunun Selim’in musahiplerine duyduğu öfke, lüks hayat, Boğaz’da yapılan ihtişamlı geceler, bu arada Fransızların Mısır’a girmesi olarak ifade eder.
Ahmet Cevdet kitabında III. Selim’in yumuşak başlılığından bahsederken bir zıt özellik olarak reformcu kişiliğini göz ardı etmez. “Tarih-i Cevdet”inde Müslüman hükümdarların karakter tahlilini yapar. Ancak Tarih-i Cevdet’te en çok adı geçen kişi Napolyon Bonapart’tır. Napolyon’un İstanbul’un dünyanın başkenti özelliğini taşıdığını düşündüğünü iddia eder. Napolyon’un Avrupa’yı Batı-Fransız, Doğu-Rus olmak üzere ikiye ayırmak istediğini ve sonra Rusya’yı Avrupa siyasetinden uzaklaştırmayı hedeflediğini yazar. Bu arada Napolyon’u da karakter olarak irdeler ve onu başarısızlığa iten sonuca varır. Gurur ve kibir.
Napolyon’u Osmanlı İmparatorluğu’nu Ruslarla başlayan savaşa sokmakla, Osmanlı-İngiliz dostluğunu bozmakla itham eder.
3. BÖLÜM :
“Araç Tarih Amaç Tanzimat” isimli bu eserin 3. Bölümünde tarih yazıcılık yöntemi, kendi tarihçilik ilkeleri hakkındaki yazıları, kaynakları kullanışı yer alır. Bu tarihçilik yöntemi ile İbn-i Halduncu olarak bilinir. Cevdet, İbn-i Haldun’un Mukaddime’sinin bir kısmını çevirmiştir. İbni-i Haldunizm öğretisi kimileri tarafından siyasi bir sistem şeklinde kimileri tarafından da bilimsel akılcılık şeklinde bazıları tarafından da uhrevi ağırlıklı tarih anlayışıdır.
4. BÖLÜM :
Kitabın 4. Bölümünde Ahmet Cevdet’in siyasi görüşünü anlattığı tarihten çıkan dersler, nizamın sağlanması, memur ve iktidarların kullanılması, kamuoyu ve pragmatik siyaset gibi konular yer almaktadır.
Kitabın son bölümünde pragmatizm ve İslamiyeti karşılaştırır, Tanzimatı irdeler, Tanzimatın bir taklitçilik değil, baskıya karşı gizli bir direnç ve orta yolu arama iradesi olduğunu savunur.